Mahfi Eğilmez – 14.06.2015
Ekonomi, Adam Smith tarafından ayrı bir bilim olarak sunulduğunda içinde bulunduğu siyasal ortamın ve dolayısıyla biçimlendiği ideolojinin etkisini vurgulayarak siyasal ekonomi (political economy) olarak adlandırılmıştı. Adam Smith ve ondan sonraki klasik iktisatçıların yazdıkları kitaplar hep siyasal ekonomi adını taşıyordu. Ekonomi bilimine ekonomi (economics) denilmeye başlanması Alfred Marshall ile gündeme geldi. Marshall’ın Principles of Economics kitabını yayınladığı 1890 yılından itibaren siyasal ekonomi (political economy) ekonomi (economics) oldu. İşin içine önce geometri ve fizikten ödünç alınan kavramlar, sonra da cebir girdi. Zaman ilerledikçe matematik giderek ekonominin olmazsa olmazı haline geldi. Ekonominin bilim haline gelmesi Adam Smith ile olmuşsa da bugünkü görünümünü almasında Marshall’ın çok fazla etkisi oldu.
Bugün analitik araçlarını kullandığımız ekonomi teorisi, özellikle de mikroekonomi teorisi, zaman içinde birçok katkıyla zenginleşmiş gibi görünse de, büyük ölçüde Alfred Marshall ile doruk noktasına çıkmış olan neoklasik yaklaşımın yansımasıdır. Bu yaklaşım bir takım varsayımlara dayanır: (1) İnsanlar rasyoneldir ve aldıkları kararları bu doğrultuda alırlar (rasyonellik varsayımı, homoeconomicus düşüncesi.) (2) Piyasaların açıklanmasında tam rekabet sistemi örnek alınır (rekabetin yaygınlığı varsayımı.) (3) Kararlar, marjlar dikkate alınarak verilir (marjinalite varsayımı.) (4) Tüketicinin amacı elde edeceği faydayı, üreticinin amacı ise kârını en üst noktaya çıkarmaktır (maksimizasyon varsayımı.) Bir modelin, bir teorinin varsayımlarını tartışmak ancak o model ya da teorinin gerçeklere uyup uymadığını sorgularken gündeme gelir. Uzunca bir süredir yerleşik ekonomi teorisinin gerçek yaşamı tam olarak açıklayıp açıklayamadığı tartışma konusu. Yani dayandığı varsayımlardan çıkarak ulaştığı sonuçlar tam olarak gerçek yaşama uymuyor. Oysa bir teori gerçek yaşamda karşılaşılan olayları basite indirgeyerek, sınıflandırarak ve genelleştirerek anlatmak için kurulur. Ne kadar iyi basitleştirmiş, ne kadar iyi sınıflandırma yapmış ve ne kadar esaslı genelleştirmiş olursa olsun ulaştığı sonuçlar gerçek yaşama uymuyorsa o teori işe yaramaz. Ve o zaman teori bir kenara atılmak yerine varsayımlarının doğru olup olmadığı gözden geçirilmeye başlanır. Uzunca bir süreden beri gerçek yaşama tam olarak uymadığı için eleştirilen neoklasik teorinin varsayımları, bu eleştirilerin en önde gelen parçası konumunda bulunuyor.
Çevremizden gözlemlediğimiz kadarıyla rasyonel davranacağı varsayılan insanlar çoğu kez rasyonel davranmıyorlar. Bu konuda benim irrasyonel davranışlar teorisi başlıklı yazılarım da var. Gerçek yaşamda tam rekabete hemen hiçbir zaman ve hiçbir yerde rastlanmıyor. Gerçek yaşamdaki piyasalar monopollü rekabet ile oligopol piyasaları arasında yayılıyor. Kararların marjlar dikkate alınarak verildiği meselesi bazı konularda doğrulanmış olsa da bazı konularda doğrulanmamış bir varsayım olarak duruyor. Üretici/satıcının kâr maksimizasyonu peşinde koştuğu çoğu kez doğrulanmış olsa da tüketicinin fayda maksimizasyonu peşinde koşması çoğu kez sözde kalıyor.
Neoklasik yaklaşıma dayalı kitaplarda gerçek yaşamdan uzak soyut modeller kurulur ve buradan yavaş yavaş gerçek yaşama gelineceği belirtilerek yola çıkılır. Bu yapılırken birçok koşul sabit tutulur (ceteris paribus.) Her aşama geçildiğinde bir koşul kaldırılarak gerçek yaşama yaklaşıldığı öne sürülür. Ne var ki kaldırılan her koşulun yerine bu kez önceki koşul sabit varsayılarak ilerlenir. Dolayısıyla ceteris paribus deyimi neoklasik ekonominin tamamlayıcı parçası olarak sonuna dek devam eder gider. Genellikle de gerçek yaşama tam olarak gelinemeden kitap biter. Gerçek yaşamı işleyenler ancak uygulamalı ekonomi kitapları olur.
Ekonomi kitaplarında matematik, konuları daha iyi anlatmak ve daha kolay anlaşılmasını sağlamak için bir araç olarak kullanılmaya başlanır ama giderek amaç haline dönüşür. Bir aşamada insan kitabı ekonomi amaçlı mı okuduğunu matematiğini geliştirmek üzere mi çalıştığını karıştırmaya başlar. Oysa ekonomi, insanın üretim, tüketim, bölüşüm, yatırım, tasarruf gibi alanlardaki davranışlarını anlamaya ve analiz etmeye yönelik basit bir bilimdir. Ne var ki içinde yaşadığı siyasal sistem ve dolayısıyla üstlenmek zorunda kaldığı ideolojik çerçeve onu gerçek yaşamdan soyutlanmış bir yola götürmüştür.
Bu noktada neoklasik ekonominin kapitalist sistemi anlayıp analiz etmek için mi yoksa kapitalizmin ideolojisini yaymak için mi geliştirildiği sorusu gündeme gelir. Benim düşüncem, neoklasik yaklaşımın, başlangıçta kapitalizmin ekonomik yapısını daha iyi analiz edebilmek amacıyla yola çıkmış olmasına karşın sonunda kapitalizmin ideolojisini yaymak amacına geçtiği yolundadır. Ve bunu, matematik gibi pozitif bilimleri daha çok kullanarak o eski siyasal, sosyal havasından çıkmış, daha bilimsel bir havaya bürünmüş gibi görünerek sinsice yapmaktadır.
Oysa günümüzde kapitalizmin asıl ihtiyacı, krizlere, sıkıntılara yol açmış bulunan geçmiş ideolojisini yayacak kuramlara dayanmaktan çok, hatalarını gösterecek, bu hataların düzeltmelerini yapacak bir kuramsal çerçevenin gündeme getirilmesidir.