Ekonomi politikamızın yanlışları
Atatürk dönemi dışında hiçbir zaman doğru yollarda olmayan ve çoğu kez siyasal amaçlara kurban giden ekonomi politikamız son yıllarda tümüyle yanlış yollara girdi. Bu yanlış yollara giriş tercihi hem para politikasında hem maliye politikasında hem de kur politikasında söz konusu oldu ve olmaya da devam ediyor.
Bugüne kadar yapılan en ciddi ekonomi politikası yanlışı enflasyon yükselirken Merkez Bankası’nın politika faizini düşürmesiydi. Enflasyon yükselirken talebi kısarak enflasyonu denetim almak yerine faizi düşürerek talebi iyice artırma yoluna sapılınca enflasyon rayından çıktı. Sonradan baz etkisiyle bir süre enflasyonda düşüş görülse de bu etkinin bitişiyle birlikte yükseliş yeniden başladı. Çekirdek enflasyon bize enflasyonun yükseliş eğiliminde olduğunu açık biçimde gösteriyor. Şimdilerde bu hatadan dönüş için Merkez Bankası yavaş yavaş faizi artırmaya başladıysa da ne yazık ki bu tek başına sonuç verecek bir hamle olmaktan çok uzak.
Sermaye hareketlerinin serbest olduğu, dolarizasyon etkisindeki gelişme yolunda ekonomiler için bu konudaki kural şudur: ‘Merkez Bankası faizini yanlış belirlediğinizde bütün ekonomiyi alt üst edersiniz, sonradan doğru belirlemeniz halinde tek başına bu düzenleme ekonomiyi toparlamanıza yetmez. Faiz, tek başına ekonomiyi batırır ama tek başına ekonomiyi çıkaramaz.’
Kur politikasındaki yanlış daha önceleri başladı. Kurdaki artışın ithal girdi maliyetlerini ve dolayısıyla enflasyonu körüklediğini gören ekonomi yönetimi Merkez Bankası ve kamu bankaları aracılığıyla piyasaya döviz satarak kurları baskı altına almaya girişti. Sermaye hareketlerini serbest bırakmış, dışa açık ve üstelik de dolarizasyon etkisindeki bir ekonomide başkalarının parasını denetlemek ne yazık ki belirli sınırlar dışında mümkün değil. Bu konu ekonomi teorisinde imkânsız üçleme hipotezi denilen bir yaklaşımla anlatılıyor: ‘Sermaye hareketleri serbestse kuru ve para politikasını aynı anda denetim altında tutamazsınız.’ Türkiye, sermaye hareketleri serbest iken hem faizi hem kuru denetlemeye kalkıştı. Sonuçta rezervleri tükendi ve Merkez Bankası’nın swaplar hariç net rezervleri eksi 70 milyar dolar düzeyine kadar geldi (şimdilerde eksi 45 milyar dolar düzeyinde bulunuyor.) Kur politikası, kurdaki geçici dalgalanmalara müdahale amacıyla uygulandığında anlamlıdır, kuru sürekli baskı altında tutmaya yönelik bir politika Türkiye’de olduğu gibi eksi rezerv sorunu yaratır.
Maliye politikası da yanlış uygulandı. Enflasyonun yükselişte olduğu dönemde büyümeyi artırmak uğruna vergi indirimlerine gidildi. Şimdilerde o vergi indirimlerinin yarattığı hasarı onarmak için vergiler artırılıyor, alınan vergiler bir kez daha alınmaya çalışılıyor. Üstelik vergi artışları, geçmişten gelen kayıpları karşılamak için olması gerekenden de yüksek tutulmak zorunda kalınıyor. Bununla birlikte kamu harcamalarıyla ilgili hiçbir ciddi düzenleme söz konusu değil. Tasarruf önlemleri adı altında kamu kesimi için öngörülen kâğıt, kalem, dosya harcamalarını azaltan önlemlerin hiçbir anlam taşımadığını, asıl tasarrufun, gereksiz binalar, gereksiz kiralar, gereksiz lüks otomobiller, uçaklar, gereksiz geziler ve ikişer üçer farklı yerden alınan ücretlerden yapılması gerektiğini herkes biliyor.
Bütün bu yanlışlar sonucunda fiyatlar artıyor, enflasyon yükseliyor ve ücretler de ister istemez yükseltilmek zorunda kalınıyor. Ücret artışları, enflasyonu karşılayacak düzeyde olmasa bile bu kez satıcılar buna bakarak fiyatlarını yeniden artırıyorlar. Fiyatlardaki artış, satın alma gücünü düşürdüğü için ücret artışlarını yeniden gündeme getiriyor ve böylece ücret – fiyat çekişmesi denilen sarmalın içine giriliyor.
Bu tür konularda kural şudur: ‘Topluma tasarruf için öneride bulunacaksanız tasarrufa kendinizden başlamanız gerekir. Yazanların uymadığı kurallara kimse uymaz.’
Emekli ve ev sahibine yüzde 25 sınırı
Resmi enflasyonun (TÜFE) yüzde 38, gerçek enflasyonun yüzde 108 (ENAG tüketici enflasyon hesabı) olduğu bir ortamda emekli maaşlarının yüzde 25 artırılması, kira artışlarının yüzde 25 ile sınırlandırılması, mevduat faizlerinin de baskılanarak resmi enflasyonun altında tutulmaya çalışılması yanlış politikanın faturasını emeklilere, ev sahiplerine ve tasarruf sahiplerine kesmek anlamına geliyor. Bir zamanlar insanları paralarını bankaya yatırmak yerine konut almaya yönlendiren bu yanlış politika şimdi bir başka yanlışla fiyat artışlarını dizginlemeye çalışıyor. Öyle bir noktaya geldik ki emeklilere yapılan zamlar daha yapılmadan fiyat artışları karşısında hiç yapılmamış gibi oluyor. Apartman ve site aidatları bundan iki yıl önce kiraya verilmiş ve yüzde 25’den fazla kirası artırılamamış dairelerin kirasını aşıyor. Faiz elde etmek için bankaya yatırılmış paralar faiz geliriyle birlikte ilk yatırıldıkları tarihteki satın alma gücüne ulaşamıyor. Devlet, yapamadığı ücret artışını, durduramadığı enflasyonu emekliler, tasarruf sahipleri ve ev sahipleri aracılığıyla denetlemeye çalışıyor. Ve ne yazık ki sonuçta ev sahipleriyle kiracılar birbirine giriyor. Bir Türk Atasözü; “iki yanlış bir doğru etmez” der, orayı geçtik üç yanlışın bir doğru edip etmeyeceğini test etme aşamasındayız.
Heterodoks ekonomi politikası uygulamalarının en tipiklerinden birisi olan gelirler politikası, ücretlerin, fiyatların, kiraların, faizlerin bir süreliğine ya sabitlenmesi ya da enflasyonun altında artmasına izin verilmesiyle uygulanır. Ne var ki bu politika yalnızca emekli maaşları, kiralar ve faizler üzerine uygulanır, bunlar dışında kalan ücretlere, fiyatlara uygulanmazsa önlemlerin bütün yükü bu grupların üzerine yıkılmış olur. Faizler, enflasyonun altında tutularak tasarruf eden değil borç alan ödüllendirilmiş olur. Bu yaklaşım, bir süre büyümeyi teşvik eder ama aynı zamanda enflasyonu azdıracağı için maceranın sonu iyi bitmez. Bir süre sonra kimse kira ve faiz kısıtlamalarına aldırmamaya başlar. Geriye yalnızca emeklilere yapılan baskılar kalır.
Bu konudaki kural şudur: ‘Toplumdan fedakârlık isteniyorsa herkesten gücü oranında fedakârlık istenmelidir.’
Olumsuz beklentiler
Ekonomik gidişte kişilerin geleceğe ilişkin beklentilerinin etkisi reel olaylar kadar önemlidir.
Gelecekte enflasyonun artacağına ilişkin beklentiler toplumda egemense tüketiciler fiyat artışlarından kaçınmak için ihtiyacından fazlasını talep etmeye yönelir. Bu durumda olumsuz beklentiler, talebi, o da enflasyonu artırır. Satıcılar, gelecekte daha pahalıya alacağı malı bugün daha pahalıya satarak zarar etmemeyi amaçlar. Bu durumda olumsuz beklentiler satış fiyatlarının mevcut enflasyonun da ötesinde artırılmasına neden olur.
Beklentileri düzeltmenin yolu faizi artırmanın yanında enflasyon ve diğer ekonomik sorunları kalıcı olarak çözecek yapısal reformları yürürlüğe sokmaktır. Türkiye’nin beklentileri düzelttiği son dönem 2001 krizi sonrasındaki dönemdir. O arada birkaç önemli yapısal reform (bankacılık reformu, kamu kesiminde mali disiplin, AB ile tam üyelik girişimi) yapılmış ve beklentiler olumlu hale gelmiş ekonomide hızlı bir düzelme yaşanmıştı. Türkiye o dönemden sonra bir daha beklentileri düzeltebildiği bir dönemi hiç yaşayamadı. Çünkü o dönemden sonra yapısal reform yapmadı. Beklentiler düzelmediği için de gerçekleşmeler hep kötü oldu.
Bu konudaki kural şöyledir: ‘Beklenti ne yönde ise gerçekleşme de o yönde olur.’
Ekonomi politikası nasıl düzeltilir?
Buraya kadar yapılan yanlışları ve bunların yol açtığı olumsuzlukları sıraladık. Bunlar o kadar büyük ve yaygın ki düzeltilmesi ne yazık ki bozulmasından uzun süre alacak. Burada düzeltmeden kastımızın enflasyonun düşürülmesiyle sınırlı olmadığını dikkatli okuyucu anlayacaktır.
Eğer kalıcı bir istikrar arıyorsak yapısal reformları devreye sokmamız şart. Merkez Bankası’na fiyat istikrarını sağlama konusunda hiçbir biçimde karışmayacak şekilde bağımsızlık verilmesi ve Merkez Bankasının politika faizini artırması gerekiyor. Bu artış, yapısal reformların kapsam ve hızına göre değişebilir. Eğer yapılması gereken yapısal reformların kapsamı geniş ve hızı da yeterince yüksekse o zaman Merkez Bankası’nın politika faizini yavaş yavaş artırması yeterli olabilir. Ne var ki burada da bu faizin mutlaka gerçek enflasyon düzeyine çıkarılacağı sinyali verilmelidir.
Maliye politikası yalnızca vergi artışlarıyla ya da göstermelik tasarruf genelgeleriyle değil kamu harcamalarında gerçek anlamda tasarruf önlemleriyle devreye sokulmalıdır.
Türkiye’nin birincil hedefi enflasyonu tek haneye düşürmek olmalı ve ekonomi politikası buna göre oluşturulmalıdır. Çünkü enflasyon yalnızca ekonomik yapıyı değil ahlaki yapıyı da bozmaktadır. Satıcıların fiyatları olması gerekenin üzerinde artırmasında gelecek enflasyonu önceden fiyata yansıtmalarının dışında ahlaki bozulmalar da etkili olmaktadır.
Bu tür bir ekonomi politikası uygulaması yaratılan ağır tabloyu onarırken kuşkusuz başka yeklerde bozulmalara neden olacaktır. Örneğin faiz artışları ve sıkı para ve maliye politikası borsada, konut fiyatlarında düşüş yaratacaktır. Bu politika, büyüme hızını düşürecek, işsizliği artıracaktır. Bunlara yol açmadan enflasyonu düşürmenin bir tek yolu vardır: Geleceğe ilişkin olumlu beklentiler oluşmasını sağlamak. İşin en zor yanı da budur. Bunun yapılabilmesi için yeni bir yönetime ihtiyaç vardır. 2001 krizinden sonra AKP, yeni bir iktidar olarak işbaşına geldi, masada bulduğu IMF programını eksiksiz uygulamaya devam edip de AB ile tam üyelik müzakerelerine başlayınca beklentiler olumlu hale geldi ve Türkiye krizden çıktı. Bugün işimiz çok daha zor. Her şeyden önce maddi destek içeren bir IMF programı yok, AB ile müzakereler yürümüyor ve ekonomiyi bozan kadrodan şimdi düzeltme bekliyoruz.
Bu konudaki kural şudur: ‘Ekonomideki hastalığı doğru teşhis edip doğru tedavi uygulamak için bütün ön yargılardan sıyrılmak gerekir.’