Türk vergi sistemimizde her ne kadar basit bir -kanun gerekçesi- bulunsa dahi, kime, hangi iktisadi veya mali rasyonalite ile hizmet ettiği anlaşılmayan, toplumun büyük çoğunluğu yerine sadece “azınlık” küçük bir kesimini önemli ve orantısız bir düzeyde koruyan, Anayasanın eşitlik ilkesi, mali güce göre vergi alınmasını benimseyen temel kurallarına aykırı pek çok kanun hükmüyle karşılaşmaktayız.
Bir kanun veya kanun hükmü, toplumda bazı vergiye tabi işlemler/olaylar için “istisna”, bazı mükellefler için “muafiyet”, bazılarına da özel “teşvikler” getirirken, bu siyasi kararların her birinin toplumsal açıdan “sosyal yararının” “sosyal maliyetinin” üzerinde olması beklenir. Yani, böyle bir hükümle bazı kişilere tanınan özel imtiyazlar kanalıyla toplumun geneline olan yararının, toplumun (toplumun tamamının üzerinde Anayasaya göre hak talep edecekleri vergi tutarına) vergi maliyetlerine göre güçlü, mantıklı, tutarlı, rasyonel bazı hukuki ve iktisadi, sosyal, kültürel, siyasi gerekçelere sahip olunması gerekmektedir. Bir diğer ifadeyle, vergi kanunlarında sağlanan teşvikler, istisna veya muafiyetlerin;
- Kim için,
- Hangi gerekçeyle,
- Toplumun yararına olup olmadığıyla,
- Bir küçük grubu, tüm toplumun yararına aykırı şekilde,
- Önemli ölçüde koruyup korumadığı,
- Böyle bir teşvikin, istisna veya muafiyetin toplumun tamamına maliyetinden çok daha fazla yarar sağlayıp sağlamadığı,
- Toplumsal huzura, barışa, adalet ve diğer değişkenlere hizmet edip etmediğinin,
Her hal ve şart altında sorgulanması gerekmektedir.
Bir devlet, bir bakanlık veya herhangi bir idari organ alacağı kararlarda sosyal yararı sosyal maliyeti üzerinde olan politikaları kendi arasında bir öncelik sırlamasına sokarak toplumsal refah üzerindeki en etkili kararları almaya çalışmalıdır. Doğal tekeller bunun en iyi örneği olup, bu tür sosyal faydası sosyal maliyetinin üstündeki kurumların özelleştirilmesi hep eleştiri konusu edilmiştir.
Bir vergi sisteminin kalitesi, değişmeden uzun süre hayatta kalabilmesine, kendisinden beklenen amaçları sağlamasına bağlıdır. Bu kalite tesisi ise, ciddi düzeyde bir deneyim ile öngörünün olduğu ve siyasi korumacılığın olmadığı bir ortamda kanun hazırlanmasını zorunlu kılmaktadır.
Ülkemizdeki vergi sistemi üretim, fiyat istikrarı içinde istihdam, büyüme, bütçe dengeleri, kalkınma, nüfus dağılımı gibi kavramlar için aranan vergi rekabetini kendi içinde sağlamak, sürdürmek ve dengelemek zorundadır.
Bu kapsamda, aşağıda sadece “sembolik” olarak belirttiğim bir istisnanın hangi amaca hizmet ettiği, kimi koruduğu, buna değer olup olmadığını sizler için kısaca değinmek isterim.
Bildiğimiz üzere, kurumlarda atıl kalan “taşınmazların” (ve iştirak hisselerinin) elden çıkartılarak şirketin mali durumlarının toparlanmasını amaçlayan çeşitli KDV ve kurumlar vergisi istisnaları bulunmaktadır. Bu durumu sağlamak içinse, bazı şartlar sunularak önceden kazancın %75’i, şimdi ise %50’si kurumlar vergisinden istisna edilmiştir.
Öyle ki, geçmişte tarihi maliyetle 1-milyon TL ye alınmış bir arsanın/arazinin aradan geçen zaman içerisinde yanından metro geçmesi, kentsel dönüşüm uygulamaları, çok büyük mega projeler vb nedenlerle yeni değeri 50-milyon TL olmuş ise, bu taşınmazın satışında aradaki 49 milyon TL kazancın meri mevzuat kapsamında %50’si olan 24.5-Milyon TL tutar vergi dışı bırakılmaktadır.
Gerçekten de, kim için, neden, hangi gerekçeyle böyle bir istisna sağlanır anlamak mümkün değildir. Aslolan bu tür rantlar üzerinden elde edilen karı veya kazancı vergi kapsamına almaktır. Ülkemizde milyonlarca gerçekleşen işlemleri düşündüğümüzde ve kurumlar vergisinin bütçe içindeki oranını dikkate aldığımızda son derece mantıksız ve gereksiz, ayrıca pek çok hukuki sorunu bulunan bir düzenlemeyi savunmak bize göre doğru olmayacaktır.
Kaldı ki, “satış bedelinin, satışın yapıldığı yılı izleyen ikinci takvim yılının sonuna kadar tahsil edilmesi şarttır” gibi kanun hükmünde aranan mantığa aykırı bir şart ta tutarlı değildir. Şirketin nakit ihtiyacı işlemin gerçekleştiği anda ya vardır veya yoktur. 2 yıl sonra tahsilatı gerçekleştirecek bir kuruma bile bu vergi istisnasını sağlamanın hiçbir aklı selim tarafı bize göre yoktur.
Şirketlerin nakit olanaklarını artırmanın yolu onlara vergi teşviki sağlamaktan geçmemelidir.
Şirketlerin kar dağıtımı veya tasfiye aşamasında gerçek kişiler kanalıyla vergi ödeneceği iddiası ise tamamen gerçek dışıdır. Meslek hayatım boyunca yüzlerce şirketi görmüş biri olarak, istisnalar dışında, hemen hemen halka kapalı hiçbir şirketin kar dağıtmadığını gözlemledim. Ayrıca, kar dağıtımında dağıtılan kar payının yarısının da vergiden istisna olduğunu unutmamak lazım. Zaten, kar dağıtımına olanak tanımadan taşınmaz/iştirak hissesi satışından gelen bu para tasfiye veya kar dağıtımına kadar kullanılmış olmaktadır.
Benzer şekilde, iştirak hissesi yatırımı yapmış bir şirketin, ana faaliyet konusu iştirak hissesi alım satımı, menkul kıymet alım satımı değilse, ana faaliyet konusu dışında şirketinin kötü yönetilmesinin bedelini elde edilen karın %75’ini vergi dışı bırakarak dolaylı şekilde topluma ödetmek ise hiç adil değildir.
Ayrıca, bu teslimlerde şartlar dahilinde KDV istisnasının da bulunduğunu da hatırlatmak isteriz.
Borsaya tabi şirketlerin hisseleri için, bu piyasaların gelişmesi, büyümesi, sermayenin tabana yayılması, küçük yatırımcıların da sermaye birikimine katkısı amacıyla belli ölçüde koruma sağlanabilir, bu durum mantıksız değildir.
Özetle, bu tür hükümler toplumun hak sahibi olduğu vergi için haksız ve gereksiz bir istisna sağlamakta ve adil gelir dağıtımı gibi pek çok önemli sorunu daha da büyütmektedir. Unutulmamalıdır ki, bu şirketlerin nihai planda ortakları “çoğunlukla” gerçek kişilerdir. Zenginleşen, ilk planda şirketler, son planda gerçek kişilerdir.
Kişisel zararların, kişisel hataların bedeli topluma ödetilemez.
Sorulacak soruları unutmamak gerekir; kim için, neden, mantıklı mı, gerek var mı, topluma katkısı var mı?
Ali Çakmakçı