ABD Başkanı Trump’ın ikinci iktidar döneminde Avrupa’ya karşı sergilediği tutum, küresel müesses nizamın fay hatlarında derin bir kırığa yol açarken; Rusya Ukrayna ateşkesine yönelik atılan adım ve söylemlerin ise hem Avrupa hem de ABD kanadında ilk kez bu denli farklı bir bakış açısıyla ele alındığı zamanlardan geçiyoruz.
Bu süreçte kaydedilen Zelenski Trump görüşmesini bir diplomatik skandal, seçimle gelmemiş bir teknoloji gurusunun da bir devlet başkanını sosyal medyadan aşağılamasını tuhaf bir çirkinlik olarak tarif edebiliriz. Ancak önemli olan iki ayrı devlet tarafından pazarlık konusu olmuş Ukrayna’dan hareketle bu tutumun bir yeni normal haline gelmesini kabul etmemektir. Tıpkı söz konusu Ukrayna olduğunda uluslararası normlarla hareket eden Avrupa’nın ne hikmetse özne Filistin olduğunda iş bu normların üzerine uyumasını kabul etmemek gibi…
Demek istediğim; Ukrayna, Filistin, Tayvan ya da herhangi bir ülke başka bir başat gücün çıkarları doğrultusunda ve en önemlisi de uluslararası kurallara aykırı bir biçimde işgale uğramamalıdır! Aksi halde ve korkarım ki; tüm bağımsız ülkeleri himayesine alan bir uluslararası hukuk işletilemezse, dünyamız uzun sayılmayacak bir dönem içerisinde orman kanunlarının geçerli olduğu bir savaş alanına dönecektir.
Bu dönemde ittifaklar arasında çok fazla çatlaklar da oluştuğuna şahit oluyoruz. Özellikle Atlantik İttifakı’ndaki çatlağın en önemli nedenlerinden biri de teknoloji temelli paradigma değişimidir.
ABD Başkan Yardımcısı JD Vance, Münih Güvenlik Konferansı’nda Avrupa’ya yönelik eleştirisinde, “Sizin için en büyük tehdit kendinizsiniz” ifadesini kullandı. Ancak bu sözleri söylerken, Avrupa’nın savunma yükünü ABD’ye bırakmasını ve bu sayede vatandaşlarına daha refah bir sosyal devlet sunmasını göz ardı etmiyordu. ABD, dünyanın en büyük GSYH’sine sahip ülke olmasına rağmen gelir dağılımı son derece adaletsiz bir yapıya sahip. Binlerce Amerikalı, sosyal haklardan mahrum şekilde sokaklarda yaşamak zorunda kalıyor. Dolayısıyla Vance, sokaklarda yaşamak zorunda kalan binlerce Amerikalıyı düşünerek konuşuyordu. Çünkü işsizlik oranları tarihin en düşük seviyelerinde olmasına rağmen, Biden hükümeti seçimi kaybetmişti. Çünkü ABD’de ekonomik büyümenin toplumun geneline yayılmadığı ve derin bir eşitsizliğin varlığına itiraz etmişti Amerikan halkı…
Bunun en belirgin nedeni ise, teknoloji devlerinin kendi içinde bir tekel piyasası oluşturması ve o teknolojiye sahip olanlara büyük bir ayrıcalık yaratılması ama toplumun genelinin doyurulamamış olmasıdır.
İkincil bir neden de tüm dünyayı tehlikeye atan teknoloji madenlerine yönelik yaşanan yayılmacılıktır…
Teknoloji tekelleri, ayrıcalığı ellerinde tutabilmek için hammadde tekelciliği de yapıyor ve bu da nadir toprak elementlerini ve teknoloji emtialarını öne çıkartıyor.
Bu iki neden ve sonuç ilişkisi bile tam da Türkiye’nin artan jeopolitik önemine atıfta bulunuyor!
Türkiye, jeopolitik konumu ve güçlü savunması nedeniyle her zaman jeopolitik öneme sahip olmuştur. Son yirmi yılda da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’nin uluslararası arenada stratejik bağlarını güçlendirme girişimleri başarılı olmuştur. Ve bu başarı çoğu batı ülkesini rahatsız etmiş ve bu rahatsızlıklarını da çoğunlukla basın yoluyla dile getirmişlerdir. Hatta çok değil bundan birkaç yıl öncesine gittiğimizde Batı basınında Osmanlı padişahı tarzında illustrasyonlar eşliğinde haberlerin servis edildiğine ve ciddi eleştiriler yapıldığına şahit olduk hepimiz. Hatta bu eleştiriler, yine son birkaç yılda Bayraktar İHA ve SİHA’larının da yakın markaj altına alınmasını beraberinde getirmişti.
Batı basının da, geçmiş dönemlerde, ne yazık ki bu tarz olumsuz bir çok haber yer aldı. Şimdilerde ise, dış basında bolca hayranlık uyandıran Türkiye’nin güçlü savunmasına ilişkin onlarca başlık okuyoruz. Ama yakın geçmişte, 3 Ağustos 2020 tarihinde NewYorkTimes’ta yazılmış şu cümleye dikkatinizi çekmek istiyorum: “Avrupalı diplomatlar, giderek daha iddialı, hırslı ve otoriter hale gelen Türkiye’nin NATO için “odadaki fil” haline geldiğini söylüyor. Ancak bunun çok az kişinin tartışmak istediği bir konu olduğunu söylüyorlar.”
Evet, o günlerde odadaki fil olarak tanımlanan ülkemiz şimdilerde stratejik öngörüleri ve başarılı dış politikasıyla kurtarıcıya dönüşmüş durumda.
Türkiye’nin savunma alanında yüzde 80 oranında kendine yeterli hale gelişi, Rusya Ukrayna Savaşı’nda tek NATO üyesi ülke olarak arabulucu rolünü başarıyla üstlenmesi, Suriye meselesindeki çok katmanlı katkı ve öngörüsü, Asya ve Afrika ülkeleriyle yakın temasları, Azerbaycan-Ermenistan meselesindeki hem savunma hem de dış politikadaki dengeleyici yaklaşımı ve daha fazlası…
Son olarak ülke olarak AB konusunda çok kırgınlıklarımız var. Ancak şu unutulmamalıdır ki; bugüne kadar iklim krizi ya da teknolojik dönüşüm için kesenin ağzını açmayan AB, 800 milyar avro gibi devasa bir savunma bütçesinde önemli bir mali revizyona gitmiştir. İşte burada Türkiye ile Avrupa artık birlik açısından da stratejik bir kazan-kazan ilişkisi benimseyebilir. Ve yine pozitif olup, beraber hareket edebilirsek birlikten kuvvet de doğurabiliriz.
Kim bilir? Belki de Filistin meselesinde Avrupa’nın bakışını modifiye ederek, uluslararası hukukun tarafsızlığı ilkesini işletmeyi de başarırız ve Batının o meşhur insan haklarını ilk defa gerçeklerle yüzleştirmiş oluruz…