Güçlü ülke kavramının altını dolduran ve gelişmişliğin sürdürülebilirliği açısından en önemli faktörlerinin başında gelen; hane halkının sosyo-ekonomik gücünün artırılması, fevkalade önem arz etmektedir.
Geçtiğimiz zaman dilimlerinde, dünyanın ilgi odağı olmuş yaşadığımız coğrafya da, egemenlik sağlayarak hüküm sürmek için, askeri unsurlar ön planda olmuş ve çoğunlukla yek başına kafi gelmiştir… Zaman zaman egemenliğin tesisi ve devamı için askeri unsurların ideolojik unsurlar ile desteklenmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır…
1923 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun hükmünü yitirmesinin ardından büyük bir mücadele neticesinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin egemen olduğu Anadolu toprakları, dünyanın ilgi odağı olmaya devam ediyor ve edecektir…
1923 yılının Ekim ayında resmen egemenliğini ilan etmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, dünyanın ilgi odağı olmakla kalmayan coğrafyası, birçok iç ve dış riskle her daim güçlü bir şekilde mücadele etmesinin gerekliliği, var olan egemenliğin sürekliliği açısından çok ciddi önem arz etmektedir…
Büyük bir mücadele ve bedeller karşılığı kazanılan bu cazip coğrafyanın, elde tutulması, geçtiğimiz zaman dilimlerinde olduğu gibi tek başına askeri ve kimi zaman ideolojik ortak paydalar ile sağlanabileceği düşüncesi, riskli bir düşüncedir. İçinde bulunduğumuz çağda teknolojinin hızla gelişmesi ve henüz adı konmamış bir çağı başlatmış olması hasebiyle, askeri, ideolojik faktörlerin güçlü ve homojen bir ekonomik gelişmişlikle desteklenmesi şart olmuştur…
Açıkçası, ülkemizin geleceği açısından risk teşkil edebilecek faktörleri bünyesinde barındıran ideolojik açılımların beslendiği kitle, ülkemiz toprakları üzerinde var olan ve azımsanmayacak bir boyutta olan yoksul ve eğitimsiz kitledir ki maalesef manipülasyona açıklardır. (2010 OECD verilerine göre ortalama eğitim seviyemiz 6,5 yıl.) Bizim değerimiz olan bu genç ve büyük kitlenin bir avantaj olacak iken dezavantaj haline gelmemesi için ekonomik refahın ve bu refahın homojen dağılıma etkisi ile nitelikli eğitim sorununun aşılması, ancak ve ancak ülkemizin var olan ekonomik modelinde büyük bir değişime gitmesi ile aşılabilecektir.
Hali hazırda ülkemizde devam eden bankacılık sistemi üzerine inşa edilmiş kısır ekonomik model, diğer taraftan dolaylı vergilerin hakimiyeti ile bütçenin ağırlıkla beslenmesi metodu, Türkiye’mizi, içerisinde bulunduğu kısır ekonomik modele mecbur ederek önünü tıkamaktadır…
Bankacılık sistemi üzerine inşa edilmiş ekonomik modelimizin gerçek kazananı bankaların sahipleri olurken, az biraz da, kurumlar vergisi sağlayan devletimiz oluyor… Az biraz diyorum çünkü vergi gelirlerinde ağırlık, dolaylı vergilerde (gelişmiş ülkelerde toplam vergi gelirleri içinde dolaylı verginin payı ülkemizdeki kadar yüksek değildir), kurumlar vergisinde değil… Ayrıca bu bankacılık sistemi üzerine inşa edilen modelde, tüketimin tetiklenmesi ve cari açığı yukarı baskılayan etkisi de ülkemiz özelinde malumunuz… Tüketen Türkiye’den, üreten Türkiye’ye modelinin önündeki en büyük engel de salt bankacılık (borç/alacak ilişkisi) sistemi üzerine inşa edilmiş modeldir… Bankacılık sistemi üzerinden hane halkına sağlanan kaynak, tüketimi tetiklerken, kurumlara sağlanan bankacılık orjinli kaynak da öz kaynağı değil, borçluluğu (borçlar kalemini/bilanço) tetiklemektedir… Elbette bankacılık ekonominin önemli bir faktörü olmakla beraber, bizim ülkemizdeki gibi ekonominin tek aktörü konumunda olması hem kabul edilemez hem de ülkemizin içinde bulunduğu kısır klasik modeli beslemeye devam etmektedir.
Ek olarak ülkemizdeki bankacılık modeli, hane halkının ekonomik zayıflığından rant sağlamaktadır. Vatandaşın hayatını idame ettirmesi için eksik olan kaynağı kredi vererek finanse etmektedir. Başka bir ifade ile ülkemizde var olan bankacılık sistemi, ülkemizin ekonomik sorunları üzerinden para kazanmaktadır. Gelişmiş ülkelerdeki bankacılık sistemine baktığımız vakit, oralardaki bankalar bizdeki gibi iç çamaşırına taksit yaparak veya hane halkının 3-5 bin TL’lik açıklarını finanse etmek amacı ile bankacılık yapmamaktadır. Başka gelişmiş diyarlarda bankacılık ağırlıkla yatırım bankacılığına odaklanmıştır… Ki, onların yolu da dolaylı olarak sermaye piyasalarına çıkmaktadır… Ülkemizde var olan bankacılık anlayışının da revize edilmesi kaçınılmaz olmuştur…
Bankacılık sisteminde park etmiş olan 2 trilyon TL civarı mevduat sınırlı sayıda bir kitleye ait iken neredeyse 4’te 3’ü ekonomik zorlukla mücadele eden hane halkı ve kurumlara kredi olarak kanalize ediliyor ve bankalar başkasının taşıyla başkasının kuşunu vurarak para yazmaya devam ediyorlar… Bu noktada bankaları suçlamak en yanlış yaklaşım olacaktır, önemli olan salt bu şartların oluşmasına imkan sağlayan ortamın ve sistemin revize edilerek, gerekli adımların atılarak Türkiye’nin ekonomik modelini değiştirebilmesidir, ülkemizin sağlıklı gelişimi açısından…
Falanca milyar dolar cari açık, tüketimi kısarsak kontrol altına alabiliyoruz; tüketimi çok kısarsak ülke soğuyor, malum genç işsizlik sorunumuz ortada; tüketimde ayar kaçarsa, aşırı büyümeyelim cari açık artar, hemen sıcak para ihtiyacı için faizi artır, bu sarmal devam… Tüketen sıfatıyla öne çıkmak yerine üreten sıfatıyla öne çıkmak istiyorsak, gelir dağılımında adaleti sağlamak istiyorsak, istihdamı artırmak istiyorsak, kurumlar vergisinin payını toplam vergiler içerisinde artırmak istiyorsak, ekonomik kalkınmadan hane halkının pay almasını istiyorsak, sermaye piyasası kavramının ne ifade ettiği anlamak farz oluyor… Kötüden örnek olmaz diyerek ABD’den örnek verelim; halkın %52’sinde hisse senedi var ve halk ekonomik kalkınmadan pay alıyor. ABD’de reel sektöre kaynak sermaye piyasaları üzerinden gelirken ‘Yaşlı Avrupa Kıtası’nda fonlama bizde olduğu gibi bankacılık sistemi üzerinden gerçekleşiyor… Ve ECB ( Avrupa Merkez Bankası) Başkanı çıkıyor diyor ki; ABD de reel sektör sermaye piyasaları üzerinden fonlanıyor, bizde (Avrupa) ise bankacılık fonluyor, bu önemli bir sorun ve hızla toparlanan ABD oluyor, Avrupa hala boğuşuyor… Bu vakalar iyi anlaşılmalı ve Türkiye’mizde de iyi algılanmalı…
Güçlü ülke kavramının altını dolduran ve gelişmişliğin sürdürülebilirliği açısından en önemli faktörlerinin başında gelen; hane halkının sosyo-ekonomik gücünün artırılması, fevkalade önem arz etmektedir.
Malumunuz bizde yaşanan vakalardan ve bilgi eksikliğinden dolayı, toplumun en alt kesiminden en tepesine kadar sermaye piyasaları antipatik karşılanıyor… Hepsinin çözümü ve telafisi var, yeter ki “Sermaye Piyasası” kavramının ruhu anlaşılabilsin, atılan adımlar skora yönelik değil de olayın özüne yönelik olsun (nitelik/nicelik)… Sermaye piyasamızda geçmişe ait hasarlar telafi edilmez ise, negatif geri besleme daima gelişimin önünde engel olacaktır, ta ki birkaç nesil sonra unutulmaya yüz tutana kadar… Ülkemizin bu kadar vakit kaybı lüksü bulunmamaktadır kanaatindeyim…
Sonuç olarak, ülkemizin, sermaye piyasalarının nimetlerinden faydalanarak, nihai ekonomik hedeflerini garanti altına alması ve bu realitenin sürdürülebilir olması için bankacılık sistemi üzerine yoğunlaşmış ekonomik modeli terk etmesi kaçınılmaz olmuştur, her geçen gün ülkemizin geleceğinden çalmaktadır…
Türkiye’nin Sigortası; Sermaye Piyasası…
Arif ÜNVER
Sermaye Piyasaları Uzmanı – Yazbee.com – CEO