Mahfi Eğilmez – 16.03.2014
1. Giriş
Türkiye, uzun süreden beri bir değişim içinde. Sosyal yapısı, ekonomik yapısı, kültürel yapısı değişiyor. Denilebilir ki bütün dünya değişiyor. Doğrudur ama ben Türkiye’nin dünyadan farklı bir değişim içinde olduğunu düşünüyorum. Bazı konularda değişim ileriye, bazı konularda geriye doğru oluyor. Hatta bazen ileriye doğru olan gelişim geriye dönüyor bazen de tam tersi oluyor.
Türkiye’nin geçirdiği değişimi etkileyen birçok değişken var. Bunların hepsini bu yazıda ele alıp incelemek ve değerlendirmek mümkün değil. O nedenle bu değişimi etkileyen önemli bazı içsel ve dışsal değişkenleri irdelemeye çalışacağım.
2. İçsel Değişkenler
Türkiye’deki değişimi incelemeye yönelik bir modelin dört içsel değişkeni olabilir diye düşünüyorum: Nüfus ve göç olgusu, iletişimdeki değişim, eğitimin yön değiştirmesi ve ekonomideki model değişikliği.
2.1. Nüfus ve Göç Olgusu
İlk nüfus sayımının yapıldığı 1927 yılında Türkiye’nin nüfusu 13,6 milyondu ve bu nüfusun yüzde 25’i kentlerde, yüzde 75’i kırsal kesimde yaşıyordu. Bugün Türkiye’nin nüfusu 76 milyon ve bu nüfusun yüzde 75’i kentlerde, yüzde 25’i kırsal alanda yaşıyor. Demek ki aradan geçen 85 yılda bir yandan hızlı bir nüfus artışı yaşanırken bir yandan da kırsal alandan kentlere çok büyük bir göç gerçekleşmiş.
Nüfus açısından baktığımızda 85 yılın özeti Türkiye’nin köylülükten kentliliğe geçişi gerçeğinden ibarettir. Bu büyük bir değişim. Bu değişim ekonomik sorunlardan kaynaklandığı gibi aynı zamanda büyük ekonomik sorunlar da doğuruyor.
Türkiye’nin değişimi üzerinde nüfus artışı kadar göç de çok etkili. Burada da ekonomi çok ağırlıklı bir etki taşıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’de Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı yapıda GSYH, yani ekonominin bir yıl içinde üretebildiği bütün mal ve hizmetlerin piyasa fiyatı cinsinden toplam değeri, 570 milyon dolardı. Bunun yüzde 40’ı tarım kesiminde üretiliyordu. Tarım kesimi, en azından göreli olarak, nüfusu besleyebilecek durumdaydı. Göreli olarak sözünden kastettiğim öteki kesimlerin (sanayi ve hizmetler kesimleri) yarattığı gelirin tarım kesiminden düşük kalması konusudur. Bugünkü Türkiye’nin GSYH’sı yaklaşık 800 milyar dolar. Bunun yalnızca yüzde 9’u yani kabaca 70 milyar dolarlık bölümü tarım kesiminde üretiliyor. Yani tarım kesimi artık göreli olarak bile çekici bir alan olmaktan çıkmış bulunuyor. Bunun sonucu olarak tarım kesiminde istihdam hızla düşüyor.
Aşağıdaki tablo tarımda istihdam edilen nüfusun gelişimini gösteriyor (Kaynak: TÜİK, DPT.)
Yıllar
|
Tarım Kesiminde İstihdam (%)
|
1923
|
70
|
1997
|
42
|
2002
|
35
|
2006
|
27
|
2011
|
25
|
Bu tablonun ortaya koyduğu gerçek tarım kesiminin istihdam açısından yetersizleşmesi sonucu buradan açığa çıkan insanların sanayi ve hizmetler kesiminde iş bulabilmek için kentlere göç etmeleri olgusudur. Ekonomide belirli bir gelişme sürecine girildiğinde tarım kesiminin hem üretim hem de istihdam olarak küçülmesi, buna karşılık sanayi ve hizmetler kesimlerinin genişlemesi “yapısal değişim” olarak adlandırılıyor. Yani karşımızda göçle sonuçlanmış bir yapısal değişim olgusu var.
Göçün birçok nedeni var kuşkusuz ama ekonomik gelişmeler sanki bütün öteki etkilerden daha fazla ağırlık taşıyor gibi görünüyor. 1997’de tarım kesimindeki istihdamın oranı yüzde 42 iken 2011’de bu oran yüzde 25’e düşmüş bulunuyor.
Göç edenlerin bir bölümü kendi köylerinin bağlı olduğu kentlere bir bölümü büyük kentlere göç etti. Kendi köylerinin bağlı olan kentlere göç edenlerin bir bölümü orada da durmayıp bir süre sonra büyük kentlere göç ettiler. Kırsal kesimden kentlere göç edilmekle kentli olunmuyor. Çoğu insan göç ettikleri kentlerde gecekondular yaptı ve oralara yerleşti. Zaten kültürel farklılıklar taşımalarının yanı sıra böyle bir eğreti yerleşim nedeniyle kendilerini oraya ait hissedemediler. Sanki bir çeşit geçici görevle oraya gelmişler de süre dolunca kendi köylerine döneceklermiş gibi yerleştiler. Öyle olunca kent kültürünü benimsemeye oraya ait olmaya çaba göstermek yerine ait olabileceklerini düşündükleri tek yer olan camide buluşarak geleceklerini belirlemeye yöneldiler.
Göç edip de gecekondulara yerleşenler tapusuz ve imar belgesiz gecekondularda oturdukları için kendilerini hiç bir zaman güvende hissetmediler. Devletin bu büyük göçü karşılayıp bu insanları yönlendirmek için hiçbir hareketi ve çabası olmadı. Yalnızca seçim öncelerinde bu gecekonduların bir bölümüne tapu verildi, yolları yapıldı, su, elektrik, doğal gaz getirildi.
Göçle gelenlerin gecekondularını yapıp yerleştikleri yerlerin bir bölümü kentlerin en değerli arazilerini oluşturuyor. Örneğin İstanbul’da Sarıyer, Tarabya sırtları, Beykoz gibi ormanlık alanlar bu gecekondularla dolu. Bu araziler kişisel mülke konu olmayan Hazine arazileri olduğu için ve orman yapısı kaçak yapıları sakladığı için oralara yerleştiler. Zamanla buralara yerleşim kabul görmeye ve hatta bazı ev sahiplerine tapu verilmeye başlanınca gecekonduların yerlerini evler, villalar, apartmanlar almaya başladı. Ne var ki bunların çoğu halen tapusuz ya da iskân izni bulunmuyor. Tapusuz oldukları ya da iskân izinleri bulunmadığı için sahipleri her an mülklerini kaybetme riskiyle karşı karşıya bulunuyor ve o nedenle de çevreye gereken özeni göstermiyor.
Bu göçlerin ve gecekonduların yapılmasıyla kentlerin içinde ve çevresinde oturduğu yere ait olmadığını düşünen, tapusu ya da iskân izni olmadığı için sürekli devletten (belediyeden) korkan insanların yaşadığı büyük alanlar oluştu. Böyle bir durumda insanlar aynı kaldırımları üçüncü defa döşeyerek yandaşlarını zengin eden belediyelere ses çıkaramıyor. Çünkü ses çıkarmaya kalksa belediye ona evinin tapusuz ya da imar izinsiz olduğunu hatırlatıverecek.
2.2. İletişimdeki değişim
Dünya tarihinde üç önemli devrim var: (1) Yaklaşık on bin yıl kadar önce başlayan neolitik devrim, yani insanın yerleşik yaşama geçerek tarıma başlayarak, hayvanları evcilleştirerek üreticiliğe de geçmesi. (2) Yaklaşık 150 yıl kadar önce başlayan sanayi devrimi, yani o zamana kadar atölyelerde tek tek yapılan üretimin yerini kitlesel üretimin alması. (3) Yaklaşık 15 – 20 yıllık bir geçmişi olan elektronik iletişim devrimi yani internet kullanımının yaygınlık kazanması.
İlk devrim, yani neolitik devrim bu topraklarda ortaya çıktı. Suriye’de Jericho ve Türkiye’de Hacılar ve Çatalhöyük ilk yerleşim örnekleri arasında yer alıyor. Yani bu topraklarda yaşayanlar bundan on bin yıl kadar önce başlayan neolitik devrimin öncüleri oldular.
Türkiye, ikinci devrimi yani sanayi devrimini zamanında yakalayamadı. Sanayi devrimi 1850’lerde İngiltere’de başlayıp Avrupa’ya yayıldı, sonra da dünyanın başka ülkeleri bu devrime adapte oldular. Osmanlı İmparatorluğu o sıralarda bambaşka konularla uğraştığı için bu gelişmeye yabancı kaldı. Sanayi devrimi Türkiye’ye ancak 20. yüzyılda gelebildi.
Adından da anlaşılacağı üzere devrim çok önemli bir gelişme. Devrimin başlangıcında dışarıda kalınınca sonradan yakalansa bile etkisini yerli yerine oturtmak mümkün olmuyor.
Türkiye üçüncü devrimin, yani elektronik iletişim devriminin dışında kalmadı. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırılınca geride kalmış görünse bile kendi kategorisinde iyiye yakın bir konumda görünüyor.
Neolitik devrimin bu topraklarda filizlenmesi bu topraklarda birçok uygarlığın yeşermesine yol açtı. Sanayi devriminin kaçırılması Türkiye’nin geri kalmış ülkeler arasına girmesi sonucunu getirdi. Elektronik iletişim devriminin kıyısından kenarından yakalanmış olmasının neler getireceğini önümüzdeki yıllar gösterecek. Ama bugünden görünen o ki sosyal medya, ülkenin haberleşme, iletişim sorumluluğunu taşıyamayan geleneksel medyanın yarattığı boşluğu büyük ölçüde doldurmuş görünüyor. Bence Türkiye’yi dünyadan farklı kılan gelişmelerden birisi de iletişim devrimini bu şekilde kullanabilmiş olması.
2.3. Eğitimin yön değiştirmesi
Eğitimi ikiye ayırarak incelemek gerekir diye düşünüyorum. İlk ayrımda Türkiye’nin en parlak gençlerinin nasıl bir eğitime yöneldikleri ve bunda neyin etkili olduğuyla yola çıkmak, ikinci ayrımda ise ortalama eğitimi neyin etkilediğine bakmak gerekir.
Türkiye’nin en parlak gençleri büyük ölçüde ekonomik eğilimlere göre hareket ettiler. Mühendisler, 1950’ler ve 60’larda Türkiye’de “Teknik Personel” adı altında istihdam edilirdi. 1967’de herhangi bir Devlet dairesinde çalışan bir üniversite mezununun maaşı 495 TL idi. Buna karşılık mühendisler 90 TL net yevmiye alırlardı (yani aylık kazançları 2700 TL idi.) O zaman özel kesim de bu kadar gelişmiş ve çeşitlenmiş değildi. Hemen herkes devlete girmeye bakardı. Aradaki bu büyük fark herkesin mühendis olma arzusuyla yanıp tutuşmasına yol açardı. Ben ilkokuldayken öğretmen sınıfa sormuştu “Ne olmak istiyorsunuz” diye. İtfaiyeci olmak isteyen bir çocuk dışında kızı erkeği herkes mühendis olmak istediğini söylemişti. Bunun nedeni o yüksek maaşlardı. Gerçekten de 1950’li 60’lı yılların en parlak gençleri mühendis oldular. Türkiye’nin müteahhitlik sektöründe dünya çapında bir başarı yakalamasının altında bu tercihlerin önemli etkisinin olduğunu düşünüyorum.
Birkaç yıl önce tıp dalında iki önemli buluştan söz edildi. Gerçi birisini bulan kişi doktor ya da eczacı değil ama bizim laboratuarlarda bulunmuş. Bunlardan ilki kanamayı anında durduran bitkisel kökenli bir karışım, ikincisi ise kanserli hücreleri belirli bir derecenin altına inerek dondurup öldürmeyi sağlayan bir yaklaşım. Dünyanın bütün ordularının ilk buluşun peşinde koştuğu, ikinci buluşun ise böbrek ve karaciğer kanserlerinde çok etkili olmasının beklendiği ifade ediliyor. Ben de aşağı yukarı beş altı yıldır Türk doktorlarının tıp alanında bir takım buluşlara imza atmalarını bekliyordum. Çünkü Tıpkı 1950’ler ve 60’larda en parlak lise mezunlarının mühendisliği tercih etmesi gibi 1970 ve 80’li yıllarda da en parlak lise mezunları tıp eğitimini tercih etmeye başladı. Bunda da doktorların o dönemde iyi para kazanmalarının etkisi oldu.
1990’lar ve 2000’lerin en gözde mesleği elektronik mühendisliği oldu. Bu kez liselerin en parlak öğrencileri oraya gitmeye başladılar. Onun da nedeni büyük ölçüde ekonomik. Çünkü elektronik mühendisliği okuyanlar yalnızca kendi mesleklerinde değil, ileri matematik bilgileri nedeniyle, başka dallarda da, örneğin finans alanında, başarı kazanabiliyorlar. Dolayısıyla en yüksek para getiren işlere girebiliyorlar.
Buradan şu sonucu çıkarıyorum. Türkiye’nin en parlak öğrencileri en çok para getiren işlere gitmeyi tercih ediyorlar. Yani eğitimde asla planlanmamış ama ekonominin, ya da daha açık bir ifadeyle piyasanın isterlerine göre biçimlenmiş bir yöneliş söz konusu.
Buna karşılık bu en parlak öğrencileri bir kenara bırakırsak ortalama bir insanın eğitimiyle ilgili sorunlarımız geçmişe göre daha fazla artıyor. Kırsal kesimden kente yönelen büyük göçün getirdiği kırsal kültürün ve kentte hissedilen dışlanmışlık duygusunun etkisiyle göç edenler çocuklarını daha çok imam hatip liselerine gönderiyorlar. Talep çok olunca da daha çok imam hatip lisesi kuruluyor. Buralarda verilen eğitim din konularını ele almanın yanı sıra çevre baskısını da yansıttığı için bilimsel ve analitik olmaktan çok dinsel bir ağırlık taşıyor. Ezbere dayalı, analitik yorumlardan uzak, niçin ya da nasıl diye sormasını bilmeyen bir kuşağın gelmesi değişen Türkiye’nin en önemli değişkenlerinden birisini oluşturuyor.
Türk insanının ortalama eğitim süresi artıyor. Buna karşın eğitim kalitesinin artmadığı da bir gerçek. Bunu görebilmek için OECD üyesi ülkelerin öğrencileri üzerinde yapılan PISA testlerine bakmak yeterli (Kaynak: OECD.)
Test konusu
|
2006 Sıra
|
2009 Sıra
|
2012 Sıra
|
Bilim
|
29
|
33
|
32
|
Matematik
|
29
|
33
|
32
|
Okuma
|
28
|
32
|
31
|
Toplam ülke sayısı
|
30
|
33
|
34
|
Türkiye 34 OECD üyesi ülke arasında sonlarda yer almaktan kurtulamamış.
2.4. Ekonomideki model değişikliği:
1980’ler Türkiye’nin ekonomiyle başlayan ve hızla öteki alanlara yayılan bir dışa açılma ve sistem değişikliğine girdiği yıllar oldu. 1980’lerden itibaren insanlar daha fazla yurt dışına çıkmaya başladılar, daha fazla yurt dışıyla temas kurmaya yöneldiler. Dışarıyla rekabet ilk kez o dönemde fark edildi. O ana kadar rekabet hep içeride kendi kendimizeydi.
1980’lerin en önemli özelliği bence kapitalizmin ilk kez bu kadar yakınımıza kadar gelmiş olmasıydı. İnsanlar eskiden belki de korkudan oy veremedikleri siyasal oluşumlara daha rahat oy vermeye başladılar. Bu da değişimi hızlandırdı. Türkiye kapitalist olamadı belki ama kapitalist sistemi ilk kez benimsedi. Buna karşılık kapitalist sistemi tam anlamıyla kurabilmek büyük sanayici ve tüccarların varlığını gerektiriyor. Oysa Türkiye’de büyük sanayici ve tüccardan daha fazla esnaf vardı. O nedenle Türk tipi kapitalizm bir çeşit esnaf kapitalizmine dönüştü.
Türkiye’nin değişimindeki en önemli dönüm noktalarından birisi de 2001 yılında yaşanan büyük ekonomik krizdir. Türkiye, 2001 krizi sonucunda GSYH’sının dörtte birini kaybetti. On binlerce insan işsiz kaldı, 2000 yılında yüzde 6,5 olan işsizlik oranı 2002’de yüzde 10,3’e tırmandı, işini kaybetmeyenlerin geliri düştü, ücretleri azalanlar, işlerini de kaybetmemek için seslerini çıkaramadı, pek çok insan bankalara olan kredi borçlarını ödeyemedi, binlerce işyeri kapandı, insanlar korktular, sindiler, aç kaldılar. Ve sonuçta fedakârlıklara razı hale geldiler.
2001 krizi iki önemli sonuç yarattı: (1) İşini kaybeden birçok insan için para kazanmak en önemli değer halini aldı. Bu insanlar bunu geçmişte belki de hiç bu biçimde düşünmemişlerdi. (2) Krizin faturası geçmişin merkez sol ve merkez sağ iktidarlarına çıkarıldı.
Hiçbir konu tek bir değişkene indirgenebilecek kadar basit değildir. Ama 2001 krizinin yarattığı sonuçlar AKP’ye iktidar yollarını açan en önemli değişkenlerden birisi gibi görünüyor. Bu iddiamı seçimlerden sonra yapılan anketlerin sonuçları da doğruluyor. Çünkü insanlar, AKP’ye oy verme nedenleri arasında en çok ekonomik nedenleri işaretlediler.
2001 krizinin bir başka önemli ekonomik etkisi Türkiye’nin büyüme modelini değiştirmesidir. Türkiye, bu krize kadar bütçe açığı veren, kamu kesimini borçlandıran bir büyüme modeli uyguluyordu. Krizden sonra, iktidarın AKP’ye geçmesiyle birlikte Türkiye, bütçe açığı yerine cari açık veren, kamu kesimi yerine özel kesimi borçlandıran yeni büyüme modeline geçiş yaptı. Aşağıdaki tablo bu geçişin sonuçlarını oranlarla gösteriyor.
Tablodan dış borçlanmanın ağırlığının kamu kesiminden özel kesime geçmiş olduğu açık bir biçimde görülebiliyor. 1990 yılında Türkiye’nin toplam dış borç stoku 49 milyar dolar iken bu tutar 2002’de 130 milyar dolara, 2013’de 373 milyar dolara çıkmıştır. Dolayısıyla düşük kalmış bir dış borç stoku içinde kamu kesimi payı ile özel kesim payı yer değiştirmiş değildir. Bir yandan dış borç stoku artarken bir yandan da bunun içinde özel kesim payı hızla yükselmiş durumdadır.
Türkiye, yaşadığı değişimi ekonomiye bu şekilde bir model değişimiyle yansıtmış ama hiçbir zaman “açık vermeden büyüme modeli” üzerinde düşünmemiş, bunu sağlayacak yapısal reformlara girişmemiştir. Türkiye’nin dönem boyunca yaptığı tek yapısal reform bankacılık reformudur. Onu da kendi isteğiyle değil 2001 krizinin ve IMF’nin zorlaması sonucunda yapmıştır.
2.5. İçsel Değişkenlerin Yarattığı Etkiler:
Bu dört değişkenin yarattığı üç etki olduğu kanısındayım. Bunların hepsi birbirine bağlı: İnsan değişiyor, toplum değişiyor, ekonomi değişiyor.
Türk insanı geçmişe göre farklı bir konumda bulunuyor bugün. Her şeyden önce nüfusun çoğunluğu kırsal kesimden kentlere gitmeye uğraşıyor. O kadar büyük ve hızlı bir göç söz konusu ki kırsal kesimden kentlere göç edenlerin kentli olması hemen söz konusu olmuyor. Hatta zaman içinde köylülerin kentli olması kadar kentliler de köylü olmaya başlıyor, yani bir sentez çıkıyor ortaya. Bugün fantezi müzik olarak adlandırılan müzik türünün henüz göçün bu boyutlara varmadığı 1960’larda İstanbul, Ankara ya da İzmir’de bırakın beğenilmesini çalınması bile söz konusu olmazdı. Demek ki kültürel etkiyle insan değişiyor.
Eskiden yasak olan birçok şey artık serbest oluyor ve toplum başı açık ve örtülü kadınları bir arada görmeye yavaş yavaş alışıyor. Değişimin hoşgörü çerçevesinde gelişmesi kuşkusuz olumlu bir gelişme olarak alınmalı. Düne kadar Köşk’te türban olur mu olmaz mı konusunu tartışan toplum bugün Köşk’teki türban resmigeçidini sessiz bir biçimde izliyor. Bu sonuca bakınca iki şeyden birisinin yanlış olduğu anlaşılıyor: Ya türbana gösterilen tepki yanlıştı ya da bugünkü duruma karşı tepkisiz kalınması yanlış. “İki yanlış bir doğru etmez” diye bir Türk Atasözü vardır. Tuhaf bir biçimde Türk toplumunda konu ne olursa olsun o atasözüne inat iki yanlış bir doğru ediyor.
Değişim bazen olumlu, bazen olumsuz yöne doğru gidiyor. Ne var ki bu değişim öylesine hızlı, şaşırtıcı ve değerleri öylesine sarsıcı ki kırsal kesimden kente geldiğinde zaten bir kültür darbesi yemiş olan insanlar, toplum içinde yer almak yerine daha dar bir takım topluluklarda yer almaya çabalıyorlar. Kentlerde filanca bölgeden ya da falanca küçük kentten göç edenlerin bir arada yaşadıkları mahalleler oluşuyor. Hemşeriliğin yanı sıra tarikat yoldaşlıkları da öne çıkıyor. Kendilerine yol gösteren, yardım eden bir devleti karşılarında bulamayan insanlar, bir takım şeyhlerin peşine takılıyor ve çocuklarını da o kültür içinde yetiştiriyorlar. Böyle bir ortamdan bilimsel bir atılımın çıkma olasılığı sıfıra yakındır.
Bu değişimlerin olduğu bir ortamda bana sorarsanız 1980’lerden başlayarak en büyük değişim ekonomide oluyor. 1980’lere gelinceye kadar büyük ölçüde içine kapalı, devletin ağırlıkta olduğu, ithal ikamesine dayalı ekonomik yapı artık çözülüyor. Sanayi devrimini yakalayamadığı için kapitalizme de geçememiş olan Türkiye şimdi artık bir kapitalizm benzeri modelin içinde ilerliyor. Bu model eski karma ekonomi modelinden oldukça farklı bir model. Eski model rıza gösterme esasına dayanıyordu. Yeni model her şeyi talep etme esasına dayanıyor. 1970’ler yağ, tuz, ekmek kuyruklarıyla geçti. Bugün bırakın bu tür mallarda kuyruk olmasını lüks sayılan malların bulunmaması bile toplumda daha fazla yankı yaratır. O dönemde Türk insanı kaderine razıydı, bugün öyle değil. Türkiye artık tam anlamıyla bir tüketim toplumuna dönüşmüş bulunuyor.
Kentlileşme aynı zamanda burjuvaziyi de doğurur. Avrupa, kentlileşme olgusunun ardından ticaret ve sanayi burjuvazisini ortaya çıkarmıştır. Kültürüyle, bilime saygısıyla, sanata desteğiyle burjuvazi toplumu ileri götüren bir güçtür. Bizde böyle olmadı. Bizde ticaret ve sanayi burjuvazisi hiçbir zaman doğmadı. Çok az sayıda gerçek anlamda ticaret ve sanayi burjuvası var Türkiye’nin. Bizde ortaya çıkan burjuvazi, esnaf burjuvazisi oldu. O nedenle de kültürde, sanatta, bilimde ileri gitmek bir yana geriye döndü Türkiye.
Bu yeni model para kazanmanın en büyük değer haline geldiği ve kimin parası çoksa onun en çok itibarı göreceği bir model. Öyle olunca da örneğin laiklik tartışmaları toplum üzerinde pek fazla etki yaratmıyor. Eskinin siyasal partilerinin pek göremediği gelişme bence bu. Parti tutmayan bir vatandaş ekonomi iyi gittiği sürece siyasal iktidarı destekleyeceğini söylüyor. Ne zaman söylüyor bunu? Seçimde söyledi. Türkiye’deki seçmenlerin yüzde 47’sinin laiklik konusuna önem vermediğini sanmıyorum. Ama ekonomideki başarı o korkuları ikinci plana itiyor.
Aşağıdaki tabloda 1923’de Cumhuriyetin ilanından bugüne ekonomide yaşanan değişimi göstergeler eşliğinde sunuyorum. 2002 ile 2006 arasındaki değişime AKP iktidarı sırasında sağlanan değişim olarak bakmak gerek (Kaynak: TÜİK.)
Nereden Nereye
|
1923
|
2002
|
2012
|
GSMH
|
570 milyon $
|
231 milyar $
|
786 milyar $
|
Kişi Başına GSMH
|
47.5 $
|
2,620 $
|
10,497 $
|
İhracat
|
51 milyon $
|
39 milyar $
|
163 milyar $
|
İthalat
|
87 milyon $
|
48 milyar $
|
229 milyar $
|
Tarım / GSMH
|
% 43
|
% 13
|
% 9
|
Sanayi / GSMH
|
% 11
|
% 27
|
% 30
|
Hizmetler / GSMH
|
% 46
|
% 60
|
% 61
|
İnsanlar bu tabloya oy veriyorlar. Ekonomideki görünümün iyileşmesi diğer bütün kaygıları ikinci plana itiyor. Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarının ilk 5 yılında da aşağı yukarı benzer bir görünüm vardı.
3. Dışsal Değişkenler
Bu modelin en önemli dışsal değişkenlerini küreselleşme, çevre ve iklim koşullarında olası değişimler ve Türkiye’nin orta doğudaki yeni konumu olarak sıralamak mümkündür.
3.1. Küreselleşme:
Ben küreselleşmeyi kapitalizmin sistem ve kültürünün dünyaya yayılması olarak tanımlıyorum. Bu anlamda eski sosyalist ülkelerin, sosyalist sistemi muhafaza ettiklerini iddia etseler bile, altyapıyı oluşturan ekonomik sistemlerini değiştirerek, yani piyasa ekonomisi düzenine geçerek burada yer almalarını küreselleşmeye katılımları olarak alıyorum.
Küreselleşme pek çok şeyi değiştirdi. Her şeyden önce sermaye hareketleri küresel sistemde serbest hale geldi. Bu durum, sermayenin Amerika’dan Çin’e, Hindistan’dan Güney Afrika’ya kadar serbestçe hareket edebilmesine, getiri nerede yüksekse oraya akmasına yol açtı. Gelişme yolundaki ekonomiler için ilk bakışta yararlı görünen bu gelişme, bir yandan da sistemin hastalıklarını kolayca her tarafa bulaştırmasının önünü açtığı için tehlikeler de yarattı. Eskiden bir ülkede ortaya çıkan bir ekonomik rahatsızlık o ülkede ya da en fazla bölgede rahatsızlık yaratırken şimdi bir anda küresel sistemin tamamını tehdit edebiliyor.
Küreselleşmeyle birlikte beklenti yönetimi kavramı ortaya çıktı. Eskiden pek çok gelişme mekanik yaklaşımlarla yorumlanmaya çalışılırdı. Sosyal ve ekonomik yapı bir motor gibi algılanır, gaza basınca harekete geçen, frene basınca duran bir yapıda düşünülürdü. Zaman içinde beklentilerin bu yapıları etkilemede ne denli önemli olduğu anlaşılmaya başlandı. Ve o aşamada beklentiler analize dâhil edildi. İş analizle kalmadı, küreselleşme beklenti yönetimini kattı işin içine. Neresinden ve nasıl bakarsak bakalım beklenti yönetimi biraz manipülasyon demektir. Bunu iyi yönetenler şirketlerinin değerini artırdı, yetkilerini artırdı ya da oylarını artırdı. Bu işin üstadı Amerikalılardır. O nedenle birçok ülkenin ya da şirketin yöneticisi bu deneyimden yararlanmak üzere Amerikalı hocalardan kısa dersler almaya başladı. Harvard bu tür eğitimin odak noktası haline geldi. Harvard’a gidip bir haftalık bir programda bir kaç şirketin ortak deneyiminden türetilmiş genellemeleri ders olarak alan ve dönüşte size anlatan birçok insan var. Bunların bir bölümü aslında sizin ondan çok daha iyi bildiğiniz şeyleri size çok daha renkli bir biçimde anlatarak sizi etkiliyor. Tıpkı bunun gibi beklentilerinize yön veren insanlar her şeyi yönetmeye başladılar. Gün gelip de gerçekle beklenti arasında fark ortaya çıktığında küreselleşmenin yeniden köşeleşmeye başlaması söz konusu olabilir. Bu, öncelikle gelişme yolundaki ülkelerde görülebilir. Çünkü oralarda yaratılan beklentiler çok değişik. Ne var ki bu benim deyimimle “Harvardism modasına uyarak siyaset yapanlar şu sıralarda oldukça önde gidiyorlar.
3.2. Çevre ve İklimin Değişmesi:
Dünyada çevre ve iklimde büyük değişiklikler yaşanıyor. Yağış düzenleri değişiyor, hava sıcaklıkları farklılaşıyor, mevsimlerde kaymalar ortaya çıkıyor. Bunun geçici bir olgu mu olduğu yoksa küresel ısınmanın yarattığı bir sonuç olarak kalıcı bir durum mu olduğunu henüz bilmiyoruz. Ama bu değişimler kalıcı olacaksa en fazla etkileyeceği ülkelerden birisi Türkiye olacak.
Anadolu’da büyük bir imparatorluk kurarak zamanın en büyük imparatorluğu olan Mısır’ı Kadeş savaşında dize getirmiş olan Hitit İmparatorluğu’nun egemen olduğu M.Ö. 1650 ile M.Ö. 1200 arasında Karadeniz’den başlayarak Ege’ye kadar boylu boyunca Anadolu’yu geçerek uzanan Karaağaç ormanlarının var olduğu biliniyor. Bu ormanlar M.Ö. 1200’lerde tümüyle yok olmuş. Hititlerin yıkılış nedeni de aynı tarihe denk geliyor. O tarihlerde uzun süren bir kuraklığın Anadolu’yu esir ettiği biliniyor. O kadar ki Hititler Kadeş savaşından sonra dostluk antlaşması imzaladıkları Mısır’dan yardım istemişler. Dönemin Mısır Firavunu Merneptah şunları yazdırmış tapınakların duvarlarına “Hatti ülkesine gemilerle tahıl yolladım.” Bu geçici bir kuraklık dönemiydi ve Anadolu’da sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Küresel ısınmayla birlikte bu kuraklıkların süreklilik gösterme olasılığı büyüyor.
İster küresel etki olsun, isterse de onun dışında oluşmuş bir uzun süreli kuraklık söz konusu olsun bu iklim değişikliğinin Türkiye’yi son derecede olumsuz etkileyeceğini söylememiz mümkün. Yapılan araştırmalar Türkiye’nin çölleşmeye gidiş sürecinde olduğunu ortaya koyuyor. Bunun ekonomimize önemli etkileri olacak.
3.3. Türkiye’nin Ortadoğu’daki Yeni Konumu:
Türkiye’nin öteden beri komşularıyla ilişkileri sıkıntılıdır. Suriye ile uzun yıllar düşmanlık yaşandı sonra ilişkiler düzeldi derken son dönemde tamamen bozuldu. İran ile ilişkiler hiçbir zaman iki tarafı da tatmin edecek düzeyde olmadı. Irak konusu başka sorunlar taşıyor. Rusya ile bazen iyi bazen kötü ilişkiler yaşadık. Balkanlar’daki komşularımızla ise hiçbir zaman kalıcı dostane ilişkiler içinde olmadık.
Son döneme girilirken sloganımız “komşularla sıfır sorun politikası” idi. Başlangıçta bu yolda biraz yol alınmış olsa da bugün başladığımız noktadan bile daha geride bir yerde bulunuyoruz.
Ortadoğu, enerji kaynakları nedeniyle en önemli bölgelerden birisi konumunda bulunuyor. Bu bölgenin sorumluluğu başlangıçta Mısır ile İsrail arasındaki işbirliğinde arandı. Tutmayınca ABD burada liderliği doğrudan ele alarak Irak’a müdahale etti. Deneyimleri kötü sonuçlanınca yeni bir bölgesel lider aramaya başladı. Türkiye, Ortadoğu ve hatta Orta Asya bölgeleri için bölge lideri olabilirdi. Türkiye, bölgenin en güçlü ekonomisiydi. Orta Asya ülkeleri nezdinde yüksek bir kredibiliteye sahipti. İsrail ile pek bir sorunu yoktu. Bölgenin batıya en yakın sisteme sahip ülkesiydi. Demokrasi ve insan hakları konusunda bazı sıkıntıları olsa da bölgenin en ilerisi ve batıya en yakın olanıydı. Bu durumda Türkiye ile İsrail, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesini uygulamakta bölgesel taşeronları olabilirdi. ABD, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde bu stratejiyi uygulamaya koydu.
İlk aşamada Türkiye’nin batıyla ilişkileri sağlamlaştırılmaya başlandı. AB ile müzakerenin başlaması bu aşamadaki dönüm noktasıdır. İkinci önemli aşama olarak Türkiye’ye, G 20 ülkeleri arasında yer verilmesidir.
Sonra Türkiye’nin İslam kimliği öne çıkarılmaya başlandı. Böylece Ortadoğu halkları üzerindeki kredibilitesi geliştirildi. Ardından İsrail ile ilişkilerin bir parça soğutulması projesi devreye girdi. Bunun sonucunda Türkiye’nin Araplar nezdinde eskiden oldukça düşük olan kredibilitesi biraz yükseldi.
Böylece Türkiye, küresel sistemin Ortadoğu ve Orta Asya bölge sorumluluğunu ortaklaşa üstlenebilecek konuma taşınmış oldu. Bu rolün kazançlı görünen ama yüksek riskler taşıyan bir rol olduğu ve Türkiye’nin bu rolü iyi oynarsa küresel sistemde önemli bir oyuncu olabileceği ama iyi oynayamazsa çok sıkıntılı bir duruma düşebileceği görülüyordu. Türkiye bu risklere karşın bu rolü oynamaya girişti.
3.4. Dışsal Değişkenlerin Yarattığı Etkiler:
Türkiye ekonomisi, diğer ekonomiler gibi küreselleşmeden nasibini aldı. Bu bazen olumlu bazen olumsuz oldu. Bundan 15 yıl öncesinde hayal bile edemeyeceğimiz miktarda yabancı sermaye geliyor Türkiye’ye. Küreselleşmenin en olumsuz etkisi ise farklı ülkelerde, özellikle de büyük gelişmiş ülkelerde, görülen ekonomik sıkıntıların ya da alınan kararları kısa sürede öteki ülkeleri de etkileyebilmesi şeklinde karşımıza çıktı. Bunun en tipik örneği 22 Mayıs 2013’de ABD Merkez Bankası Fed’in almayı planladığını açıkladığı tahvil alımını kısma kararıdır. Bu karar küresel piyasaları ve dolayısıyla Türkiye’yi de önemli şekilde etkiledi (hala da etkilemeye devam ediyor.)
Türkiye’nin Orta doğudaki yeni konumu biraz dışsal biraz da içsel bir gelişme olarak belirtilebilir. Dışsallığı bizi bu role ABD’nin itmiş olmasından, içselliği ise siyasal iktidarın bu role hiç itiraz etmeden soyunmasından kaynaklanıyor. Cumhuriyet’in kurulduğu tarihten itibaren uzun süre dış gelişmelere tarafsız kalmaya yönelmiş bir ülkenin birdenbire bu tür bir düzenlemede aktif rol alması da çok önemli değişimlerden birisi. Ne var ki Türkiye bu rolü iyi oynayamadı. Şu sıralarda Orta doğuda üstlenmeye uğraştığı ağabey – lider konumundan uzaklaşmış bulunuyor.
4. Sonuç
Türkiye, Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana sosyal, ekonomik ve kültürel bir değişim yaşıyor. Bu değişimin ekonomi açısından birçok dönüm noktası var. Değişimin giderek hızlandığı ve farklılaştığı son 35 yılda yaşanmış üç dönüm noktası önemli: İlki 1980’lerde başlayan ekonomik sistem değişikliği. Türkiye, 1980’lere kadar arada bir değişim denemesi geçirmiş olsa da kamu kesimi ağırlıklı karma ekonomik yapıyı 1980’lerden başlayarak özel kesim ağırlıklı hale getirmeye yöneldi ve bu alanda epeyce yol aldı. İkincisi 2001 ekonomik krizidir. Bu kriz eski yapıyı ve dayanaklarını büyük ölçüde tasfiye ederek, paranın en kutsal değer haline gelmesine yol açtı. Kanımca AKP’nin iktidara gelişinde 2001 ekonomik krizi son derecede ağırlıklı bir role sahip. İlk iki değişim sonuçta bir esnaf iktidarına zemin hazırladı. Üçüncüsü ise Türkiye’nin, ABD’nin güdümündeki Büyük Ortadoğu Projesi’nde rol almasıdır.
Daha önce sanayici, büyük çiftçi, tüccar, asker, bürokrat tek başına ya da birlikte temsil edilecek şekilde iktidar olmuştu. 1960’larda işçiler iktidar olacakmış gibi görünüyordu ama olmadı. Esnaf ise ilk kez 2002 sonunda iktidar oldu. Özal iktidarı sırasında da iktidarda küçük bir payı olmuştu ama ilk kez tek başına iktidar oldu. Esnaf dediğimizde mutlaka iktidar sahiplerinin esnaf olması gerektiği anlaşılmamalıdır. Esnaflık, tıpkı bürokratlık gibi biraz da zihniyet meselesidir. Esnaf, hem emeği hem de sermayeyi temsil eder. Halkın içinde olduğu için dertlerini ve basit sorunlarını en iyi bilen kesimdir. Esnaf iktidarında çözümler göçle gelip de bir türlü kentli olamamış olan geleceği sıkıntılı algılayan insanlara yöneldi ve büyük oy desteği sağladı. Türkiye’nin değişimi açısından dünyadaki eğilimden en fazla farklılık gösteren şey esnafın iktidar olması meselesidir. Türkiye’nin içine girmeye çalıştığı Avrupa ailesinde hiçbir ülkede esnaf iktidarı söz konusu değildir. Ya sermayenin tarafındaki muhafazakârlar ya da emeğin tarafındaki sol partiler siyaset dümenindedir. Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel değişimi aralarına katılmaya çalıştığı gruptan farklı bir yöne doğru hareketlenmiştir.
Türkiye bu dönemde ABD güdümüyle Ortadoğu’nun liderliğine soyundu. Ne var ki bu liderliği yürütemedi. Her ne kadar şu anda Avrupa ailesine katılmayı hedeflemiş görünse de bir süre sonra tersi söylemler gündeme gelecektir. Bir süre sonra bir yön düzeltmesi olması kaçınılmaz görünüyor. Yani Türkiye ya Avrupa’dan başka bir yöne doğru gidecek ya da Türkiye’yi yeniden Avrupa’ya yönlendirecek bir iktidar değişimi olacaktır.
AKP, iktidara ekonomik kriz sonucunda geldi, gidişi de büyük olasılıkla yine ekonomik nedenlere dayanacak. Yani ekonomi kötüye gitmedikçe, insanlar eskiye göre kötü duruma düştüklerini görmedikçe, AKP’nin iktidarı kaybetmesi pek olası görünmüyor. Ekonomik krizlerde ilk ve en büyük darbeyi esnaf alır. Satışları düşer, para kazanamaz hale gelir, hatta bir bölümü işini tasfiye eder. Esnaf ancak o zaman siyasal iktidara desteğini çeker. İlginç bir biçimde bugün esnaf, kendi iktidarına son verebilecek en önemli güç gibi duruyor.
NOT 1: Bu yazı, 3 Kasım 2007 yılında Osmanlı Bankası Voyvoda Caddesi toplantıları çerçevesinde düzenlenen Yeni Türkiye’nin Değişkenleri başlıklı oturumun panel tartışması bölümünde yaptığım konuşma ile 13 Kasım 2009’da, Maliye Teftiş Kurulu’nun 130’uncu kuruluş yıldönümünde yaptığım konuşmanın gözden geçirilip güncellenmesiyle yazılmıştır.
NOT 2: Bu yazıdaki esnaf kavramını bir işin erbabı olarak ele almaktan çok bir zihniyetin temsilcileri olarak ele aldığımı ifade etmeliyim. O nedenle sayıları gerçekte esnaf olanlardan çok daha fazladır.