Mahfi Eğilmez – 05.05.2013
Ekonomi politikası bir çelişkiler yumağıdır.
Amaçlar, araçlar hepsi birbiriyle çelişir. Bu çelişkilerin bazıları kısa dönemde oluşur ama uzun dönemde düzelir, bazıları ise uzun dönemde ortaya çıkar. Enflasyonu düşüreyim dersiniz ilk ağızda işsizlik artar, büyümeyi artırayım dersiniz ya cari açık ya da bütçe açığı yükselir, faizi düşürürsünüz başlangıçta ekonomi canlanır sonra enflasyon yükselmeye başlar. Bunun gibi çelişkileri asgari fedakârlıklarla çözebilmek ekonomi politikasının temel işlevidir. Ve bu işlev ekonomi politikasına bilimin yanında sanatı da katar.
Eğer ekonomi politikasını Türkler uyguluyorsa çelişkiler politikası tavan yapar. Çünkü bizim kafamız karışıktır. Bunun pek çok nedeni var. Öncelikle bulunduğumuz coğrafyada olaylara farklı bakılır. Mesela Türklere özgü olduğunu sandığım bir söz vardır: Paradan para kazanmak. Bunu ilk duyduğum andan itibaren düşünmüşümdür: Paradan başka ne kazanılabilir diye? Mesela paradan domates kazanmak mümkün müdür ya da armut? Mesela enflasyon düştü faiz düştü diyecek yerde paradan para kazanmak devri bitti derler. Aslında şu basit cümle bizim konulara ne kadar farklı baktığımızı gösterir. Bunun, analitik düşünmeye yönelik bir eğitim almamamızdan kaynaklandığını düşünüyorum. Zaten Türk çocuklarının analitik soru içermeyen matematik sınavlarında birinci olup da analitik sorular içeren sınavlarda sonuncu olmasının nedeni de sanırım budur. 7 kere 9 kaç eder diye sorduğunuzda yanıtı hemen verebilen çocuk, kere nedir diye sorunca dağılıveriyor. Çünkü hiçbir zaman bütünü görmeye ve sorgulamaya yönelik yetiştirilmemiş, hep hocanın kafasındaki yanıtlamaya göre koşullandırılmış.
Faiz düşsün ama tasarruflar artsın diye düşünürüz. Oysa tasarrufların en önemli iticisi faizdir. Faiz düşerse tasarruf artışı önce durur sonra düşüşe geçer. Türkiye’de 2000 yılı öncesinde reel faiz yüzde 10 dolayındayken tasarrufların GSYH’ya oranı % 22 idi. Bugün reel faiz sıfır ve tasarrufların GSYH’ya oranı % 13.
Çelişkilerin son örneği IMF ile ilişkiler konusunda karşımıza çıktı. Önce hükümet yetkililerinin bir bölümü IMF’ye olan borcumuzu ödememizin neredeyse düşmanı denize dökmekle eşdeğer olduğunu ima eden açıklamalar yaptılar. Bunu izleyerek hep birlikte IMF’yi kötülemeye, bunların zaten işe yaramaz adamlar olduğunu söyler olduk. Sonra IMF’ye borç verecekler arasında bizim de olduğumuzu ve yıllarca IMF’den kredi kullandığımız halde şimdi IMF’nin önümüzde diz çöktüğünü ve bizden yardım istediğini söylemeye başladık.
İşte tam o aşamada benim aklıma iki soru takıldı: (1) Madem IMF, bizden destek isterken önümüzde diz çöktü biz en son 2005 yılında IMF’den destek isterken onların önünde diz mi çökmüştük?” (2) “Madem IMF işe yaramaz bir kurumdur, kamu kesimi dış borç stoku 103 milyar dolar olan Türkiye niçin IMF’ye 5 milyar dolar borç vermeyi gururla istiyor? Üstelik kendi borçlanmamıza ödediğimiz faizden daha düşük bir faizle.”
Oysa işin arka yüzü çok basittir: “IMF, bizim de üyesi olduğumuz bir çeşit yardımlaşma sandığıdır. Son yıllarda ABD’nin çok etkisinde kalmış olsa da ödemeler dengesi sıkıntısına düşen üyelerine yardım etmeye çalışır ve kaynaklarını da üye ülkelerin kota ödemeleri (bir çeşit sermaye katkısı) ve düşük faizle verecekleri borçlardan karşılar. IMF’den destek almayan, üste borç veren üye ülkelerde bile IMF yetkilileri yılda bir kez gelip ekonominin gidişini gözden geçirir ve önerilerde bulunurlar.” Bundan ötesi siyasettir. Ve bir zamanlar bir yazımda dediğim gibi siyasetçiler ikiye ayrılır: Siyasetçiler ve siyasetçiler.