Önümüzdeki hafta hükümeti devralacak seçilmiş ABD başkanı Trump, sosyal medya paylaşımlarıyla şimdiden küresel gündemin merkezine oturmuş durumda. Söylemlerinin odağında ise ekonomik korumacılık ve buna paralel olarak yayılmacılık var.
Şimdiye kadar neler söylemişti?
İçeride vergileri düşüreceği, dış ticarette önce Çin’e yüzde 60 ekstra tarife konulacağını söylemiş ardından bu tutumunu tüm mallara yüzde 10 ilave tarife olarak değiştirmiştir. (Elon Musk ve Tesla etkisi olsa gerek) ve son günlerde ise sınır güvenliği – uyuşturucu ticareti gerekçesi ile Kanada ve Meksika’ya yüzde 25, Çin’e ise yüzde 10 ilave tarife şeklinde revize etmiş bulunuyor.
Yine son haftalarda hiç gündemden düşmeyen bir tür yayılmacı tutum sergiler oldu: Panama Kanalı ve Grönland’ı alacağını ve Kanada’yı 51. Eyaleti yapacağını söyledi.
Bu ülkeler ya da bölgeler rastgele seçilmiş değillerdi elbette bariz amaçları vardı. Panama Kanalı’ndan başlamak gerekirse günümüzde su yollarının ticaretteki stratejik önemi su götürmez. Kaldı ki pandemi ve İsrail Filistin Savaşı’nın ortaya çıkardığı geçiş güvenliği ve tedarik zinciri sorunları bu durumu daha da görünür kıldı. Ayrıca Çin her ne kadar kanaldan ikinci sırada en çok geçiş yapan ülke olarak ABD’nin ardından gelse de stratejik bölgelere yapmış olduğu yatırımlarla her daim dikkatleri üzerine topluyor. Bunlara ilave olarak Çin’le meydana gelebilecek bir askeri çatışmada kanalın önemi daha da ortaya çıkıyor.
Grönland, esasında özerk gibi görülen ancak içerisinde ABD üssünün mevcut olduğu eski bir Danimarka sömürgesi ancak 2019 yılından bu yana Trump’ın bu ülkede iştahı mevcut. Zengin doğal kaynaklara sahip ülke, buzulların erimesi nedeniyle daha da elverişli hale gelmiş durumda. Ayrıca coğrafi konumunun da Rusya’ya yakın olması bir neden olarak gösterilebilir.
Kanada konusu ise oldukça ironik bir hal almış durumda. Ancak burada da Trump’ın her türlü küresel harcamayı (ülkeye milyarlarca dolarlık ABD yardımı )minimuma indirmesi ve dış ticaretteki korumacılık (ülkeden ithal edilen arabalar, ormancılık, hayvancılık ürünleri) ilkesiyle bağdaştığı söylenebilir.
Tüm bu söylemler ve tutum dikkate alındığında aslında tarihten hiç de yabancı olmadığımız bir kavrama, ekonominin ilk kez bir sisteme oturtulduğu merkantilizme denk geliriz. Merkantilizm, feodalizm sonrası evrede dış ticaret fazlası yaratarak, paraya ve nüfusa dayalı bir egemenlik kurma düzenidir. İlerleyen dönemlerde sömürgecilik ve coğrafi keşiflerle doğal zenginliklerin elde edilmesiyle bu süreç yayılmacı bir politikaya da dönüşmüştür. Tam da Trump’ın söylemlerinin temelini oluşturan öğeleri kapsıyor değil mi?
Peki bu sürecin “zeitgeist” olarak da bilinen zamanın ruhu ile ilintisi nedir?
Bu konuda çok fazla argüman üretilebilir… Neoliberalizmin finansa dayalı sömürgeciliğinin sonu Çin’in DTÖ’e girmesiyle başta dış ticaret fazlası yaratmak olarak görülse de Batının üretimini ciddi biçimde baltalamış, ardından teknolojik dönüşümü yakalaması ise bardağı taşıran son damla olarak sistemin kendisini tehdit etmeye başlamıştır. Ancak ne zaman ki Çin, teknolojik dönüşümüne stratejik madenler ve coğrafyalar bağlamında büyük yatırımlarını ve OBOR gibi bir küresel projeyi eklemlemiştir işte o vakit dananın kuyruğu kopar ve Batının meşhur küreselleşme teriminin önüne “ulusal güvenlik riski” şerhi düşülür!
Bazı yorumcuların Çin- ABD rekabetinde Çin’in Japonlaşması olarak betimlemesine bu bakımdan tam olarak katılmıyorum. Çünkü ortada rekabeti bozan salt teknoloji üstün mallar ya da mülkiyet yerine IMF’e rakip bir fonlamayla stratejik yatırımlar ve OBOR gibi tam olarak hayata geçemese de stratejik küresel projeler var. Dolayısıyla Çin’in hepten örselenmesi, tümden bir küresel ekonomide ve en çok da finans kesiminde ağır darbelerin oluşmasına neden olur ve bunu en çok da Batı göze alamaz.
Dolayısıyla Trump’ın bu söylemlerinin mantığı zamanın ruhuna uyumlu olup, korumacılık adımları ise Biden döneminde zaten uygulanmaya başlamıştır. ABD’nin küresel kurumlarının 2008 global finans krizinden sonra işlevsizleşmeye başlaması ve Avrupa’nın katı mali kuralları, azalan nüfusu ve eskiyen üretim biçimiyle bu zeitgeist akımına uyum sağlamasını geciktirmiş ve gelir dağılımındaki bozulmaya eşlik eden göç hareketleri aşırı sağ partilerin yükselmesini beraberinde getirmiştir.
Özetle küresel olarak tanımlanan ancak artık daha çok güvenlikçi ulus devletler yaklaşımıyla ortaya çıkan dünya ekonomisinde yeni bir neo merkantilizm çağına girmiş bulunuyoruz. Bundan böyle güç, sadece stratejisini her alanda kullanabilenlerin elinde; üstelik buna yayılmacılık da dış ticaret kotaları da dahil: Bakınız Sayın Fidan’ın Suriye konusunda Fransa’ya verdiği mesaja…
Nazlı Sarp