Mahfi Eğilmez – 26.09.2018
Uluslararası ticaretin uluslararası refah artışını sağladığı görüşü liberal yaklaşımın temel kabullerinden birisidir. Adam Smith 1776’da yayınlanan Ulusların Zenginliği kitabında ulusal zenginliğin büyümeyle sağlandığını ve onun da uluslararası ticaretin gelişmesiyle yakalanabileceğini savunmuş ve merkantilist görüşlere şiddetle karşı çıkmıştı. Smith’in uluslararası ticaretin oluşmasına ilişkin görüşü mutlak üstünlük teorisine dayanıyordu.
David Ricardo, uluslararası ticaretin oluşması için bu tür bir mutlak üstünlüğe gerek olmadığını, karşılaştırmalı üstünlüğün yeterli olduğunu açıklayarak teoriyi çok daha doğru bir çerçeveye oturtmuştur. Portekiz ve İngiltere’nin şarap ve tekstil ürünü ürettiğini ve Portekiz’in her iki ürünü de İngiltere’den daha ucuza ürettiğini varsayalım. Diyelim ki Portekiz’in toprakları ve iklimi üzüm ve dolayısıyla şarap üretmeye pamuk üretmekten çok daha elverişli olsun. Bu durumda Portekiz şarap üretimine yönelip tekstil ürünlerini İngiltere’den ithal etse iki taraf da bu ticaretten daha kazançlı çıkacaktır.
Ricardo’nun bu yaklaşımı, modern katkılarla biraz daha geliştirilmiş olsa da kapitalizme liberal bakışın temellerinden birisini oluşturmuştur. Bu görüşün şampiyonluğunu ikinci dünya savaşına kadar İngiltere, sonrasında da ABD yapmıştır. Kapitalizmin parasal sisteminden mali yaklaşımlarına kadar birçok yaklaşımı Ricardo’nun bu modelini merkez alarak geliştirilmiştir. Mesela IMF, ödemeler dengesi sıkıntısına giren ekonomilerin ithalat engellemeleri koyarak uluslararası ticaretten kopmasını önlemek için onlara sıkıntıdan çıkana kadar parasal destek vermek amacıyla kurulmuştur. Dünya Bankası, ikinci dünya savaşında yıkılan Avrupa ülkelerini yeniden imar ederek uluslararası ticaretten ayrılmamalarını sağlamayı hedefleyerek yola çıkmış, bu hedef gerçekleştikten sonra bu kez gelişmekte olan ekonomilerin uluslararası ticarete girmesine yardımcı olacak altyapı projelerine destek vermeye yönelmiştir.
Zaman zaman İngiltere’de ve ABD’de yerli malını teşvik için ithalata kota konulması, gümrük vergilerinin yükseltilmesi gibi korumacı önlemler dile gelse de genel yaklaşım serbest ticaretten yana olmuştur.
Çin, 1400’lerde, dünyanın en gelişmiş ekonomisine sahipti. Ming Hanedanı’nın 3’üncü İmparatoru Yongle büyük bir filo hazırlattı ve başına da Müslüman Amiral Zeng He’yi getirdi. Zeng He kumandasındaki Çin filosu, çoğu Afrika kıtasına olmak üzere, dünyanın her tarafına seferler yaptı. Bu seferler 30 yıl kadar sürdü. Ünlü İngiliz Deniz Tarihçisi Gavin Menzies 1421 adlı kitabında Çinlilerin bu seferler sırasında Kristof Kolomb’dan 70 yıl kadar önce Amerika kıtasını keşfettiklerini anlatıyor. 1424’de Yongle öldükten sonra dünyaya açılma düşüncesi kaybolmaya başladı. Bu seferler sonunda Çinliler, gelen raporlardan dünyanın geri kalanının kendilerinden çok geride olduğu ve dünyaya açılmanın iyi bir fikir olmadığı sonucuna vararak dünyaya kapanmaya karar verdiler. Oysa Avrupalılar (İspanya, Portekiz, İngiltere başta olmak üzere) 15’inci yüzyılın sonlarına doğru coğrafi keşiflere başladılar. Menzies’in iddiasına göre Avrupalılar bu keşiflerin Zeng He’nin çizdiği dünya haritalarından yararlanarak yaptılar. Bu keşiflerden elde edilip Avrupa’ya taşınan altınlar, gümüşler ve değerli madenler Avrupa’nın zenginleşmesine ve ilerlemesine yol açtı. İçine kapanan ve dünyanın bu nimetlerinden yararlanmayan, dış ticareti de karasularına indirgeyen Çin ise hızla ivme kaybederek geriledi. Çin’in kapılarını gerçek anlamda dünyaya yeniden açması Mao Zedong’un ölümünden sonra yerine geçen Deng Xiaoping ile oldu. Çin, dünyaya açılıp ihracata yönelik politikalar izlemeye başlayınca hızla ilerleyerek geçmişte kaybettiklerini toparladı.
Çin örneği, dünyaya kapanmanın, uluslararası ticaretten geri durmanın ekonomiyi geriye götürdüğünü anlatan çarpıcı bir örnek olarak karşımızda duruyor.
Uluslararası ticarete ve rekabete kapanmanın bunu yapan ülkeye kısa süreli yarar getirmesi söz konusu olabilir. Ama eğer bu karşılıklı olarak korumacılık önlemlerine yol açacak ve dünyada bir uluslararası ticaret daralmasına yol açacaksa o zaman bu işten kazançlı çıkacak bir ekonomi olmaz.
Grafik, 2000 ile 2017 yılları arasında dünya GSYH’sinin büyümesi (mavi) ile uluslararası mal ticareti hacminin değişimini (kırmızı) sergiliyor (grafikte kullanılanveriler için kaynak: IMF, WEO Database, April, 2018.) Bu iki değişken arasındaki korelasyon son derecede yüksek görünüyor (korelasyon katsayısı 0,89.) Bu da bize dünyada refahın artışı (büyümeyle ölçtük) ile uluslararası ticaret artışı arasındaki pozitif ilişkiyi gösteriyor.
Sanayi ve finans kapitalizminin temellerinden birisini oluşturan liberal uluslararası ticaret yaklaşımını şimdiye kadar en fazla zedeleyen hareket ABD Başkanı Trump’dan gelmiştir. Trump, ABD’nin Çin’e karşı büyük ticaret açığı verdiği görüşünden hareketle bir takım ticareti kısıtlayıcı önlemler aldı ve bu önlemler Çin’le sınırlı kalmayıp başka ülkelere de yaygınlaşınca ortaya dünya çapında bir ticaret savaşı çıkmış oldu. Bu savaşlar, ekonomilerin birçok alanda korumacılığa girişmelerine yol açacak biçimde ilerliyor. Çin’in uluslararası ticaretin dışına çıkarak kaybettikleri ve sonra yeniden ticarete dönerek elde ettiği kazançlar ortadayken ABD’nin korumacılık politikasına dönüşü son dönemlerin en ilginç ekonomik hamlelerinden birisi olacak gibi görünüyor.
Kaynaklar:
Adam Smith, Ulusların Zenginliği, Alan Yayıncılık.
David Ricardo, Siyasal İktisadın ve Vergilemenin İlkeleri, T. İş Bankası Kültür Yayınları.
Robert Gilpin, Uluslararası İlişkilerin Ekonomi Politiği, Kripto Yayınları.
Michio Kaku, Geleceğin Fiziği, ODTÜ/TAV Yayını.
Yusuf A. Kalyoncuoğlu, Mayıs Çiçeği ve Hazine Yelkenlileri, Scala Yayıncılık.
Gavin Menzies, 1421, Çin’in Dünyayı Keşfettiği Yıl, Kalkedon Kitap.
Mahfi Eğilmez, Tarihsel Süreç İçinde Dünya Ekonomisi (Remzi Kitabevi Yayınları arasında Kasım ayında yayınlanacak.)