Türkiye, uzunca bir süredir ekonomi politikası uygulamasının temel taşı olarak faizi, enflasyonun altında tutarak tasarruf sahiplerinin varlıklarını borç alanlara ucuza kullandırma politikası izliyor. Enflasyonun yüzde 54,4 olduğu bir ortamda bankalar, Merkez Bankası’ndan yüzde 14 faizle kullandıkları fonları ve vatandaştan yüzde 16 faizle topladıkları mevduatı yüzde 32 faizle kredi olarak kullandırıyor. Bu yolla tasarruf sahiplerinin varlıklarının bir bölümü tüketicilere aktarılarak talep yaratılmış ve ekonomi canlı tutulmuş oluyor. Faizlerin düşük olması gayrimenkul fiyatlarının sürekli artmasını ve insanların enflasyonun altındaki oranlarla kredi kullanarak gayrimenkul satın almasını özendiriyor. Talep bu şekilde artınca da gayrimenkul fiyatları yükseliyor. Bir tek apartman dairesinde ortalama 150 dolayında sanayi ürünü kullanıldığını dikkate alırsak bu modelin sanayi ve finans kesiminde ortaya çıkan rekor kârlara yol açmasını da anlamış oluruz.
Vatandaş A, 1.000 liralık tasarrufuyla bugün litresi 30 liradan ayçiçek yağı alsaydı (1.000 / 30 =) 33,3 litre alacaktı. A’nın bunu yapmak yerine parasını bankaya bugünkü faiz oranı olan yıllık yüzde 16 faiz ve 12 ay vadeyle yatırdığını düşünelim. Bu durumda 12 ay sonunda faiziyle birlikte eline 1.160 lira geçecektir. Aynı sürede ayçiçek yağının litresinin 12 ay sonrası için beklenen enflasyon oranı[i] olan yüzde 50 paralelinde 45 liraya yükseldiğini varsayalım. A, 12 ay sonunda faiziyle birlikte eline geçen 1.160 lirayla (1.160 / 45 =) 25,8 litre ayçiçeği yağı alabilecektir. Bu durumda A’nın, yüzde 16 faiz almış olmasına karşın, 1.000 lirasının satın alma gücü kaybı (33,3 – 25,8 =) 7,5 litre ayçiçek yağına ya da (7,5 x 45 =) 337,5 liraya denk gelir.
Bu politika, insanların bir bölümünün dövize yönelmesine yol açması nedeniyle karşımıza Dolarizasyon[ii] denilen olguyu çıkarıyor. Bu durumda dövize talep arttığı için döviz kuru yükselmeye başlıyor (TL değer kaybediyor.) Döviz kuru arttıkça, üretimde kullanılan ithal girdilerin maliyeti yükseliyor. Bu artış ister istemez satış fiyatlarına yansıyor ve enflasyonu besliyor. Bu kez kurların ve enflasyonun daha fazla yükselmemesi için başka araçlar devreye sokuluyor: (1) Sürekli döviz satışı yapılarak döviz kuru sabit tutulmaya çalışılıyor. Bu uygulama Merkez Bankası rezervlerinin erimesine ve eksiye geçmesine neden oluyor. (2) Döviz talebini düşürmek için bankalara alış ve satış kurları arasında açık fark olması yolunda telkinler yapılıyor. (3) Döviz satışlarında komisyon uygulaması yoluyla dövize talep baskı altına alınıyor. (4) Mevduat korumalı kur hesapları devreye sokularak faize ek olarak (adına faiz denmeyen ama aslında faiz olan) kur farkı ödemesi yapılıyor. Bu uygulama yalnız döviz hesaplarına değil Türk Lirası hesaplara da yayılıyor ve böylece aslında Türk Lirası olarak duran hesaplara da bir çeşit dövize endeksleme sağlanmış oluyor. Böylece bankaların ödeyip tasarruf sahibine yansıtmaları gereken faizin bir bölümü Hazine’ce üstleniliyor. Hazine’ce üstlenme demek tasarrufu olmayanların da ödediği vergilerle tasarruflarını dövize endekslemiş olanlara ek ödeme yapılması demek.
Faizi yanlış belirleyince kur yükseliyor, kur yükselince ithal girdi maliyetleri artıyor, maliyet artışı fiyatlara yansıyor ve enflasyon yükseliyor. O aşamada faizi artırmayınca bu kez başka yanlış adımlar atılıyor ve her yanlış halka birbirine eklenerek bir yanlışlar zincirine dönüşüyor.