Mahfi Eğilmez – 23.03.2015
Adam Smith, insanla birlikte var olan ekonomik sorunu, yani kıtlık sorununu ilk kez bilimsel bir çerçeveye oturtup zamanının ideolojisiyle yani merkantilizm-tarımsal kapitalizm çerçevesiyle açıklayan bilim adamıydı. Smith’in eseri Ulusların Zenginliği, kapitalizmin ilk el kitabıydı. Ekonomi, o zamanlar siyasetle çok daha içli dışlı olduğu için adı da ekonomi (economics) değil siyasal ekonomiydi (political economy.) Smith, Keynes’in adlandırmasıyla klasik ekonomi okulunun kurucusu sayılıyor. Klasik iktisatçılar, devletin piyasalara karışmaması durumunda dengenin kendiliğinden oluşacağını, zaman içinde bozulsa bile yeniden kendiliğinden kurulacağını savunurlardı.
Ekonomi biliminin adının siyasal ekonomiden ekonomiye dönüşü büyük ölçüde Alfred Marshall’ın 1890 yılında yayınladığı Ekonominin İlkeleri adlı kitabından sonra oldu. Bu kitap, artık kapitalizmin yeni el kitabı olmuştu. Neoklasik ekonominin öncülerinden olan Alfred Marshall bu bilime matematiği taşıdı.
John Maynard Keynes, Alfred Marshall’ın Cambridge’deki en parlak öğrencisiydi. Kapitalizmin içine düştüğü 1929 bunalımı, Keynes’in yetiştiği klasik ve neoklasik çerçevenin kendiliğinden denge kabulünden uzaklaşmasına ve yeni bir yaklaşım geliştirmesine yol açtı. Keynes, klasiklerin ve neoklasiklerin iddia ettiğinin aksine piyasaların kendiliğinden dengeye gelemeyeceğini ve devletin etkin müdahalesinin gerekli olduğunu savundu. Kapitalizmin yeni el kitabı artık Keynes’in İstihdam, Para ve Faiz Genel Teorisi adlı kitabıydı. Zaman ilerledikçe her iki yönde yani klasik ekonomi anlayışında da Keynesyen ekonomi anlayışında da gelişmeler yaşandı. Parasalcılar, Yeni klasik iktisatçılar klasik ve neoklasik geleneği geliştirerek savunurlarken Yeni Keynesyenler de Keynesçi ekonomi yaklaşımını geliştirdiler.
Buraya kadar yaptığım açıklama gösteriyor ki birbirlerinden yaklaşık 1,5 yüzyıl farkla yaşamış olan Smith ile Keynes, birbirine taban tabana zıt görüşlere sahiptiler. Smith, devletin ekonomiye karışmaması halinde dengenin sağlanacağını savunurken, Keynes, devletin ekonomiye karışımı olmadan dengenin sağlanamayacağını söylüyordu. Dolayısıyla bir insanın bu iki bilim adamının görüşünü birlikte kabulü bilimsel olarak imkânsız görünüyor.
Ekonomi eğitimi alanlar, bu bilim adamlarının görüşlerini, önermelerini, ekonomik düşünce tarihinin bir parçası olarak okurlar. Bunu okumalarındaki amaç kapitalizmin gelişiminde nasıl çözümler arandığını anlamalarını sağlamaktır. Çünkü tarih çalışmasının doğru yöntemi bir dönemi incelerken o dönemin koşullarını ve düşünce tarzını kavrayarak incelemektir. Bir başka deyişle bugünkü koşullar ve düşünce biçimiyle sanayi devriminde olup bitenleri anlayıp analiz etmek insanı yanlış yerlere götürür. Smith’i, Ricardo’yu, Marx’ı anlamadan sanayi devrimini anlayamayacağımız gibi, Keynes’i anlamadan iki dünya savaşı arasında kapitalizmin gelişimini ve sorunlarını da anlayamayız. Dolayısıyla iktisatçı, Smith’i ve Keynes’i çalışırken bu gözle çalışır.
Adam Smith’in görünmez ele dayalı ekonomi teorisi artık geçerliliğini yitirmiş olsa da işbölümünün yararlarını anlamak için dönüp onun yazdıklarına bir göz atarız. Keynesin görüşlerini ne kadar aşmış olsak da likidite tuzağı yaklaşımını gözden kaçırmayız. Eğer bu yaklaşımı gözden kaçırırsak enflasyon ve faizin sıfıra yakın olduğu durumu ideal durum sanmaya devam eder ve Avrupa’nın içine düştüğü durumu bir türlü doğru analiz edemediğimiz için çelişkiler içinde kalırız.
Korkulması gereken şey Smith ve Keynes’e değil bilim dışı konulara takılıp kalmaktır.