Mahfi Eğilmez – 27.11.2015
Ekonomi bilimi ilk kez bilimsel bir çerçevede ortaya atıldığında adına siyasal ekonomi (İngilizcede political economy) denmişti. Siyasal ekonomi denmesinin nedeni bu yeni bilim dalının siyasetle ve içinde bulunduğu sistemin ideolojisiyle iç içe konumda bulunmasıydı. Her siyasal sistemin ayrı bir ekonomi bilimi vardır. Evrenselliği konusundaki en önemli eleştiri de buradan gelir zaten. Kapitalizmin ekonomi bilimi ayrıdır, sosyalizmin ekonomi bilimi ayrıdır.
Siyasal ekonomiye, ekonomi (İngilizcede economics) denilmesi Alfred Marshall ile başladı. Marshall’a kadar yazılan bütün ekonomi kitapları siyasal ekonomi adını taşırdı. Matematiksel analizi ve psikolojiyi ekonomi bilimine birer analiz aracı sokan Marshall, ekonomi biliminin artık ideolojiden soyutlandığını ve fizik (physics) gibi matematik (mathematics) gibi bir bilim haline dönüştüğünü ve dolayısıyla ekonomi (economics) adını almayı hak ettiğini düşünmüş olmalı.
Oysa Marshall bu düşüncesinde haklı değildi. Ekonomi, her ne kadar matematik ile aşırı derecede desteklenir olsa da, her ne kadar birçok kavramını fizik biliminden devşirmiş olsa da hiçbir zaman bir ideoloji bilimi olmaktan dolayısıyla da siyasetin etkisinden uzaklaşamadı. Bugün okullarda okutulan, tartışmalara temel oluşturan, çeşitli konuları hepimizin gözümüz kapalı olarak üzerinde konuşabildiğimiz bir çerçevede sunan ekonomi bilimi kapitalist sistemin ekonomik yapısı üzerine kurulu bir bilimdir.
Neoklasik ekonomi teorisi tam olarak kapitalizmin kabulleri üzerine oturur: (1) İnsanlar rasyoneldir dolayısıyla en doğruyu ve kendilerine en fazla yararlı olanı seçerler. (2) Piyasa sistemi rasyonelliğin ve en yararlının öne çıkmasına yol açar. (3) Piyasa sistemi bütün dengeleri kendiliğinden en iyi düzeyde oluşturur (görünmez el teorisi.) (4) Karşılıklı ticaret herkesin refahını artırır (Ricardo’nun karşılaştırmalı üstünlükler teorisi.)
Belki 50 yıl öncesine kadar bu kabullerin doğruluğunu pek tartışmayan iktisatçılar bunların bu doğruluğunu giderek daha fazla sorgular oldular. Her gün yanıtlanması daha zor yeni sorular geliyor gündeme. İnsanlar gerçekten rasyonel mi? Bütün kararlarını kendilerine en fazla yararlı olan seçeneği tercih ederek mi alırlar? Piyasa sistemi rasyonelliği ve en yararlının öne çıkmasını sağlar mı? Ekonomideki dengeler, kendiliğinden en iyi biçimde kurulur mu? Ticaret gerçekten herkesin refahını artırır mı? Yanıtlarımız olumluysa kapitalist sistemin sürekli içine düştüğü bu krizler neyin nesi? Eğer ekonomi bilimi ideolojiden soyutlanmışsa niçin bu krizleri önleyemiyor?
Bugün bu soruların yanıtını ekonomi bilimi tek başına veremiyor. O nedenle her geçen gün psikoloji, ekonomi bilimine ve özellikle mikroekonomiye daha fazla giriyor. Son yıllarda bu çerçevede geliştirilmiş olan ayrı bir ekonomi yaklaşımı ortaya çıktı: Davranışsal ekonomi.
Alfred Marshall ve neoklasik okulun kurucularının yaklaşımlarını önceki dönem ekonomi yaklaşımlarından ayıran en temel özellik onların psikolojiyi ekonomiye monte ederek olaya yaklaşmış olmalarıydı. Bütün mesele bu montajın doğru yapılmış olup olmadığında yatıyor. Çünkü Marshall ve neoklasiklerin psikolojiyi monte ettikleri ekonomi bilimi, bütün iddialarına karşın siyasetten ve ideolojiden soyutlanmış değildi.
Son yıllarda ekonomiyle psikolojiyi bir arada ele almaya yönelmiş olan davranışsal ekonomiye sürekli katkılar, eklemeler yapılıyor. Ve yine son yıllarda Nobel Ekonomi ödüllerini bu alanda çalışan iktisatçılar topluyor.
Şu aralar okuduğum kitaplardan birisi Devrim Dumludağ, Özge Gökdemir, Levent Neyse ve Ester Ruben’in hem yazarlık yaptığı hem de diğer yazarların yazdıklarını derlediği İktisatta Davranışsal Yaklaşımlar adlı kitap. Bildiğim kadarıyla bu alandaki ilk Türkçe kitap. Son derecede iyi hazırlanmış bir çalışma. Davranışsal ekonomiyi merak edenlere, kullandıkları ekonomik araçları ve yapılan analizleri sorgulayanlara ve ekonomi konusuyla ilgilenenlere bu kitabı okumalarını öneriyorum (İktisatta Davranışsal Yaklaşımlar, İmge Kitabevi, Ankara, Kasım, 2015.)