Mahfi Eğilmez – 07.01.2018
Proletarya, Karl Marx tarafından kullanılıncaya kadar miras bırakabilecek bir malı olmayan aşağı sosyal sınıfı ve o sınıfın parçası olan insanları tanımlayan bir kelime olarak kullanılmıştır. Karl Marx ile birlikte proletarya işçi sınıfını, proleter de bu sınıfa üye insanları tanımlamakta kullanılan sosyolojik birer terime dönüşmüştür. Marksist teoride proletarya üretim araçlarına sahip olmayan, emeğini satarak yaşamını devam ettiren emekçi sınıfın genel adıdır. Proletaryanın ortaya çıkışı feodalizmden sonra olmuştur. Feodalizmin bitişiyle birlikte bir mülke bağlı olarak yaşamını sürdürme olanağı kalmayan insanların emek gücünü ücret karşılığı satarak yaşaması proletarya denilen sınıfın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Marksist teoride proletaryanın karşısında sermayenin sahibi olan burjuva sınıfı yer alır. Kapitalizm, sistem olarak burjuvazinin proletaryayı sömürmesine dayanan bir sistemdir. Burjuvazi/kapitalist, proletaryaya mal üretmesi için gerekli donanımı sağlar, proletarya emeğini ve bu donanımı kullanır ve malı üretir. Kapitalist, malın satışından elde edilen paradan proletaryaya yaşamını devam ettirecek kadar ücret verir ve gerisini kendine alır. Aslında malın bütün değerini proletarya üretmiş olsa da onun ücretiyle malın satış değeri arasındaki fark yani artı değer kapitaliste kalır.
20’nci yüzyılda emekçilerin örgütlenmeye başlaması ve bu gelişimin bir yandan hızlanması bir yandan da yaygınlaşması işçi sendikalarının bütün dünyada yükselmesine ve emeği sermayeye karşı koruyan bir güç haline gelmesine yol açtı. Bu güçlenme sayesinde emekçinin hakları biraz daha güvence altına alındı. Grev hakkı, emeğin gücünü iyiden iyiye artıran bir gelişme oldu. Batı dünyası başta olmak üzere işçi sınıfı yükselişe geçti. Bu yükselişte soğuk savaşın da önemli etkisi oldu. Batı dünyası Sovyet tipi sosyalizmin halklar arasında yaygınlaşabileceğinden korktuğu için sendikaların isteklerini daha fazla kabul eder oldu. Bütün dünyada yaygınlaşan asgari ücret uygulaması bu korkuların sonucu olarak gelişti.
Küreselleşme ve soğuk savaşın sona ermesi sonrasında bütün dünya bazı farklarla kapitalist ekonomi modelini benimsedi. Bugün kendilerine sosyalist diyen hiçbir ülke küresel sistemin getirdiği kapitalist biçimlendirmenin dışında değil. Küreselleşmeyle Sovyet tipi sosyalizmin çökmesinden sonra, batı dünyasında sermaye sahipleri, tehlikenin azaldığını görerek yavaş yavaş işçi sınıfının ele geçirdiği hakları geri almaya başladı. Böyle işçi sınıfının yükselişi, emeğin korunma altına alınması eğilimi, 1980’lerden başlayarak önce yavaşladı, sonra durgunlaştı ve sonra da inişe geçti. Bugünün işçi sendikaları, 1960’ların 70’lerin sendikaları gibi güçlü değiller. Esnek emek piyasası adı altında işten çıkarmalar, kayıt dışı istihdam giderek yaygın hal alıyor ve sendikalar bu gelişmeye karşı çıkamıyor. Çalışanlar, bundan 15 – 20 yıl öncesine göre çok daha kolaylıkla işveren tarafından işten çıkarılabiliyor, greve artık hemen hiçbir yerde rastlanmıyor, işçiler sosyal haklarını eskisi kadar güçlü savunamıyor.
İktisatçı (ILO Uzmanı) Guy Standing’in ‘Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf’ adlı kitabında ortaya attığı prekarya kavramı bu güvence kayıplarının yarattığı yeni çalışan sınıfı tanımlamak için kullanılıyor. Prekarya; precariousness (güvencesiz) ve proleratariat (emeğini satarak geçimini sağlayanlar) kelimelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir kelime. Standing, 20’nci yüzyılın son çeyreğinde küreselleşmeyle neredeyse bir arada ortaya çıkan neoliberal yaklaşımın yarattığı yeni yaklaşımların işçi sendikalarına güç kaybettirdiğini ileri sürüyor. İşçi sendikaları artık eski pazarlık ve emekçiyi koruma gücünü yitirdiği için bu durum, eskisine göre çok daha az güvenceye sahip bir çalışanlar sınıfı yaratmış bulunuyor. Standing’e göre sürekli olarak işini kaybetme endişesi altında yaşayan bu kesim, bir yandan da uç akımlara kapılma eğiliminin yükselmesi sonucu toplum ve demokrasi açısından tehlikeli bir durum yaratıyor.
Batı dünyası açısından prekarya yeni bir sınıf olarak doğuyor. Gelişmiş ekonomilerden gelişmekte olan ekonomilere doğru ilerledikçe işler daha da karışıyor. Prekarya tanımı batıdaki durumu tanımlamak için yeterli olabilir ama gelişmiş ülkeler dışındaki durumu tanımlamaya yetmiyor. Gelişme yollundaki ekonomilerde iş güvencesi düşük olarak çalışanların yanında bir de güvenceden tamamen yoksun durumda çalışanlar var. Mesela Türkiye’de hiçbir sosyal güvenceye tabi olmaksızın çalışanların toplam işgücü içindeki payı yüzde 35’i buluyor (Eylül 2017.) Yani çalışanların üçte biri işini kaybettiği anda hiçbir güvenceye sahip değil. Sadece çalıştığı sürece bir ücret elde etme şansı var. Eğitimde olmadığı halde herhangi bir işte çalışmayanların oranının yüksekliği bir başka sorun. Bu durumda olanların oranı Türkiye’de yüzde 25’i aşıyor. 15 – 24 yaş arasındaki nüfusu tanımlayan genç nüfusta işsizlik oranı ise yüzde 20’yi geçmiş durumda.
Gelişmiş ülkelerde iş bulmuş ama iş güvencesi giderek azalmış olanlar, gelişme yolundaki ülkelerde ise bunlara ek olarak işi olmayan ya da işi olsa da sosyal güvencesi olmayan insanların sayısındaki artış endişelerin artmasına yol açıyor.
İşsiz, güvencesiz, kayıt dışı bu kesim her türlü manipülasyona açık, yönlendirilebilir bir kesim olarak 21’nci yüzyıla damga vurmaya hazırlanıyor.