Mahfi Eğilmez – 23.12.2017
Takıntı (obsesyon, saplantı); kişinin elinde olmadan, istemeden aklına takılan ve kişiyi rahatsız eden düşüncelerdir. Mesela her yerden mikrop bulaşabileceği düşüncesi bir takıntıdır. Yolda yürürken çizgilere basmama düşüncesi de bir takıntıdır. İlkinde kişi sürekli elini yıkamak isteği duyar, ikincisinde ise başa dönüp yeniden çizgilere basmadan yürümeye çalışabilir. Bunların hepsi aslında kendi kendine sorun yaratıp çözmeye çalışma takıntılarıdır.
Türkiye, kendi kendine sorunlar yaratıp bütün enerjisini kendi yarattığı sorunları çözmekle harcayan insanların çok sayıda olduğu bir toplum görüntüsü çiziyor. Aslında ortada pek çok sorun var ama bunlara ek olarak olmayan sorunlar da yaratılıyor. Mesela sermaye hareketlerinin serbestliğini kabul etmiş, bunu yıllardır kambiyo kontrolü rejiminin yerine ikame etmiş olduğu halde en yetkili ağızdan bunun tam tersine bir harekete girişileceği açıklaması gelebiliyor. Ardından yaşanan piyasa çalkantısı sonrasında çeşitli açıklamalarla bunun böyle olmadığı, yanlış anlaşılmaya yol açtığı anlatılmaya çalışılıyor. Sorun çözülüyor. Ne var ki bu tür sorunlar sosyal alanda ve ekonomi alanında örneğin matematikte ya da fizikte olduğu gibi iz bırakmadan çözülemiyor. Mesela yerli yatırımcı ilk anda şaşırsa da bunu anlayabiliyor. Çünkü yıllardır benzer sorunları kendisi yaratıp çözdüğü ve benzer düzeltmeler yaşadığı için bu açıklamaların iç siyasete dönük olduğunu ve gerçek niyeti ifade etmediğini anlayabiliyor. Buna karşılık yabancı yatırımcılar bu ilk açıklamayı ciddiye alıyor ve gerçek niyetin bu olduğunu düşünüyorlar. Sonradan yapılan düzeltmelerle sorun çözülse bile yabancı yatırımcıların aklının bir köşesinde bir tortu kalıyor ve o tortula riskleri artırıyor.
Faiz meselesi mesela apayrı bir sorun. Enflasyonun yükseldiği bir ortamda faizlerin düşürülmesi gerektiği söylendiğinde yerliler, geçmişte benzerleriyle çok karşılaştıkları için, bunun siyaset amaçlı olarak ortaya atılmış bir söylem olduğunu anlayabiliyorlar. Buna karşılık yabancı yatırımcılar ilk anda şaşırıyor. Ve başlıyorlar çevrelerine “burada farklı bir ekonomik model mi var?” ya da “bu ülkedeki ekonomi eğitiminde bir sorun mu var?” diye sormaya. O arada bakıyorlar ki Merkez Bankası, bu söylemlere karşın faizi arkadan dolanarak da olsa artırmış. O zaman bunun göstermelik bir söylem olduğunun farkına varıyorlar. Ama yine de ilk açıklama akıllarında bir tortu bırakıyor. Sonuçta bunun gibi açıklamaların zihinlerde yarattığı tortular riskleri artırıyor.
Her iki örnekte de artan riskler, ileride, faiz ve benzeri finansman maliyetlerinde artışlar olarak karşımıza çıkıyor. Yani kendi yarattığımız sorunların maliyetlerini de kendimiz ödemek zorunda kalıyoruz.
Ben bu kendi kendine sorunlar yaratıp çözmeye çalışmak eğiliminin ortaokul girişinden başlayıp üniversiteye ve oradan da bir işe girişe kadar süren giriş sınavları zincirinin yarattığı bir mesele olduğunu düşünüyorum. Test usulü yapılan bu giriş sınavlarına hazırlanan insanlar bu sınavlara sürekli örnek soru cevap kitaplarındaki problemleri çözerek hazırlanıyorlar. Problem çözmek giderek yaşamın bir parçası halini alıyor. Ortada çözecek problem kalmamışsa bu kez öğrenci kendisi problem yaratıp onu çözmeye çalışıyor. Bir başka ifadeyle Türk insanının yetişme yılları problemler ve onların çözümüyle birlikte geçiyor ve o problemler farklı boyutlarda neredeyse takıntı halini alıyor. Bu sürekli problem bulup çözmeye çalışma çabası Türk insanını olmayan problemleri yaratmaya itiyor. Buna ‘problem yaratıp çözme takıntısı’ adını veriyorum. Ve bu takıntı, insanları başka şeylerle daha yaratıcı işlerle uğraşmaktan alıkoyuyor.
Bu takıntıyı giderebilmenin yollarından birisinin ve belki de en önemlisinin eğitim sistemini değiştirip insanları problem çözmenin en önemli şey olduğu yaklaşımından uzaklaştırmak olduğunu düşünüyorum. Mesela böyle bir çaba sırasında problem çözmek kadar yeni problemler yaratmamanın da eşit önemde olduğunu anlatmak çok yararlı olabilir.