Mahfi Eğilmez – 02.06.2017
Bugünlerde çok konuşulan sürekli tartışılan konuların başında menkul kıymetleştirme (securitization) geliyor. Menkul kıymet, finans dilinde, hisse senedi, tahvil, bono gibi gelir getiren bir kıymetli evrakı tanımlamakta kullanılır. Alacaklar, krediler ya da kira gelirleri gibi varlıkların temsil ettiği alacak haklarının ihraç edilen menkul kıymete dayanak oluşturması ve bundan gelir sağlanması işlemine de menkul kıymetleştirme denir.
A Bankasının 100 milyon TL’lik bir yıl vadeli yüzde 15 faizli kredi alacağı karşılığında 100 milyon TL nominal değerli bir senet hazırlayıp bunu B Bankasına 90 milyon TL’ye satması menkul kıymetleştirme işlemidir. Sistem basit biçimde şöyle işleyecektir: A Bankası bir yıl vadeli yüzde 15 faizli 100 milyon TL’lik kredi açmıştır. Yılsonunda bunu yüzde 15 faiziyle birlikte 115 milyon TL olarak tahsil edecektir. A Bankası bu kredi alacağını karşılık göstererek menkul kıymetleştirme yapmış ve hazırladığı senedi B Bankasına 90 milyon TL’ye satmıştır. Bir yılın sonunda A Bankası kredi alacağını 115 milyon TL olarak tahsil edecek ve B Bankasındaki senedini alarak ona 100 milyon TL ödeyecektir. Bu işlemlerin sonucunda: A Bankası kredi alacağını erkenden paraya çevirip 90 milyon TL almış ve bununla yeniden kredi açmış olacak. Yani 100 milyon TL mevduatla 190 milyon TL kredi açabilecek (zorunlu karşılıkları ihmal edip, net düşünüyorum), B Bankası elindeki 90 milyon TL’yi garanti getirili bir kağıda yatırıp bir yıl sonunda 100 milyon TL alıp [(100 – 90) / 90)] yüzde 11 faiz geliri elde etmiş olacak. A Bankasının riski açtığı krediyi geri alama riskidir. Bu durumda B Bankasından aldığı 90 milyon TL ile yeni kredi açtığı için oradan elde edeceği parayla ödemeyi yapabilir. B Bankasının tek riski A Bankasının batma riskidir.
Buraya kadar bir sorun yok. Bunlar zaten piyasada yapılan işler. Bugünlerde gündeme gelen menkul kıymetleştirme yaklaşımı bizim örneğimizdeki iki banka örneğinden farklı. Gündeme gelen modelde bankalar reel sektöre açtıkları kredileri menkul kıymetleştirip kâğıtları Merkez Bankasına satacaklar. Merkez Bankası bir mevduat bankası olmadığına göre bu kâğıtların parasını, basacağı yeni paralarla ödeyecek. Böylece para arzı artırılmış olacak.
Bu aşamada bu mekanizmaya itiraz ettiğinizde “ne var bunda Fed, Avrupa Merkez Bankası, İngiltere Merkez Bankası, Japonya Merkez Bankası da bunu yapmıyor mu?” diyorlar. Doğrudur o merkez bankaları da tam böyle olmasa da buna oldukça benzer bir parasal genişleme mekanizması uyguladılar. Hazine tahvillerini ve özel kesim tahvillerini alıp karşılığında kurumlara para verdiler. Çok doğru da oralarda enflasyon yüzde 0 ile 1,5 arasında değişiyor. Bizde ise enflasyon yüzde 12’ye dayanmış bulunuyor. Bir yandan enflasyonu denetlemek için mevduat faizlerinin yüzde 14’lere gelmesine göz yumuyoruz, bir yandan menkul kıymetleştirme yaparak Merkez Bankası’na para bastırmaya gitmeyi düşünüyoruz.
Hayatta en karışık ve çelişkili kararlar panik durumunda alınan kararlardır. Genellikle bu kararlar birbiriyle ilişkisiz, kendi içinde doğru gibi görünen ama diğerleriyle yan yana aynı çerçevede ele alındığında tutarsız duran kararlardır.
Osmanlı İmparatorluğu ilk dış borçlanmasını 1854 yılında Kırım Savaşının finansmanını sağlamak için yaptı. Bunun birçok nedeni var ama iki tanesi çok önemli: (1) Osmanlı İmparatorluğu, sanayi devrimine giden yola girememiş, sanayi ürünlerini dışarıdan almak zorunda kalmaya başlamıştı. Eskiden kendi imalatı savaş malzemesiyle girdiği savaşlara artık batıdan alacağı malzemeyle girmek zorundaydı. Bunları alabilmek için de paraya ihtiyacı vardı. (2) Madeni paranın yerini kâğıt para almıştı. Osmanlı, geçmişte para ihtiyacını madeni parayı tağşiş[1] ederek karşılıyordu ama kâğıt paraya geçilince bu imkân kalmadı.[2]
Osmanlı İmparatorluğu, 24 Ağustos 1854 tarihinde, Dent, John Hersley Palmer ve Ortakları (Londra) ve Baron Goldschmid ve Ortakları (Paris) ile bir borç sözleşmesi imzaladı. Bu borçlanmanın tutarı 3 milyon Sterlin (3.300 bin Osmanlı Lirası), borcun vadesi 33 yıl, yıllık faizi yüzde 6 ve ihraç fiyatı yüzde 80 olarak öngörülüyordu. Bu anlaşma uyarınca İngiliz ve Fransız piyasalarına Osmanlı tahvilleri tahvil ihraç edildi ve ilk dış borçlanma gerçekleştirilmiş oldu. Borçlanmanın komisyon ve giderleri de düşülünce Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçen net miktar 2.286.285 Sterlin ya da 2.524.914 Osmanlı (altın) Lirası oluyordu. Bu borçlanmanın en önemli koşullarından birisi Osmanlı İmparatorluğu’nun bu borç karşılığında Mısır Eyaleti’nden aldığı yıllık 60.000 kese altın karşılığı 300.000 Osmanlı lirası tutarındaki vergi gelirlerini teminat göstermeyi ve bu paraları İngiltere Bankası’na veya Fransa Bankası’na yatırmayı kabul etmiş olmasıydı.[3]
Bir ülke (Hazinesi) iç ya da dış borçlanmaya gittiğinde herhangi bir karşılık göstermesi gerekmez. Bu tür borçların karşılığı o ülke (Hazinesinin) itibarıdır, sözüdür. Mesela bugün Türk Hazinesi, Türkiye Cumhuriyeti adına bu tür bir dış borçlanmaya gittiğinde herhangibir vergi gelirini, bir alacağını ya da bir varlığını teminat olarak göstermez. Hazine’nin kendisi teminattır. Ne var ki o yıllarda Osmanlı İmparatorluğu ve Hazinesi itibarını tamamen kaybetmiş durumdaydı. Osmanlı İmparatorluğu için Rus Çarı Nikola’nın söylediği Avrupa’nın hasta adamı deyimi yerleşmişti.[4]
Bu çerçeveden baktığımızda Osmanlı İmparatorluğu’nun 1854 yılı borçlanmasını tam anlamıyla bir tahvil ihracı yoluyla borçlanma olarak tanımlamamız mümkün değil. Bu daha çok bir varlık (Mısır vergi alacakları) karşılığında yapılmış bir menkul kıymetleştirmeye benziyor.
Bunu birkaç kez yazdım bir kez daha yazayım: Güneşin altında Osmanlı’nın denemediği hiçbir finansal buluş yoktur. Bu finansal buluşlar ilk anda rahatlama sağlasa da ilerleyen dönemlerde Osmanlı’yı Düyun-u Umumiye kıskacına düşürdü ve sonunda finansal iflasa kadar sürükledi.
Menkul kıymetleştirme adı altında Merkez Bankası’na para bastırmaya varacak yollara girmeden önce tarihi incelemekte yarar olduğunu düşünüyorum.
Norman Cousins, “Tarih, geniş anlamda bir erken uyarı sistemidir” diyor.
[1] Tağşiş etmek madeni paranın içindeki değerli madeni azaltarak değerini düşürmek demektir.
[2] Bu paragraftaki görüşler ilk kez tarafımdan ortaya konuyor.
[3] Biltekin Özdemir, Osmanlı Devleti Dış Borçları, ATO yayını, Anakara, 2009, ss. 46 – 47
[4] Çar Nikola’nın 9 Ocak 1853 günü St. Petersburg’da bir yemekte söylediği söz şöyledir: “Kollarımızın arasında hasta, ağır hasta bir adam var.” Bu deyim 12 Mayıs 1860 tarihli The New York Times gazetesinde “Avrupa’nın hasta adamı Osmanlı” olarak geçmiştir.