Ülke daha fazla üretip daha fazla ihraç eder hale geldiği halde dış ticaret hadleri bozulduğu için daha az tüketebilir duruma gelmişse bir başka ifadeyle ülke büyümüş ama refahı azalmışsa buna yoksullaştıran büyüme deniyor (Jagdish Bhagwati’nin yoksullaştıran büyüme tezi.)
Türkiye’de daha değişik bir yoksullaştıran büyüme süreci yaşanıyor. Bunu ortaya koyabilmek için bir grafikten yararlanalım.
Bu grafikte Türkiye’nin kişi başına yıllık ortalama geliri ve USD/TL kurundaki değişim yer alıyor. 2001 krizi öncesinde 4.000 doların üzerinde olan kişi başına gelir, krizle birlikte 3.000 dolar düzeyine gerilemiş, ardından IMF destekli Güçlü Ekonomiye Geçiş Programıyla birlikte yükseliş başlamış. 2003 yılında kriz öncesi düzeyi geçen kişi başına gelir yükselmeye devam etmiş. Arada 2008 krizinin etkisiyle yaşanan düşüş (ki bu bize krizin teğet geçmediğini net bir biçimde gösteriyor) dışında 2013 yılına kadar yükseliş sürmüş. 2013 yılı 12.480 dolarla kişi başına ortalama yıllık gelirde bugüne kadar ulaşabildiğimiz doruk noktasıdır. O tarihe kadar USD/TL kurunda neredeyse bir sabitleşme olduğu görülüyor. İşin anahtarı buradadır. Bu durum program çerçevesinde alınan önlemler sonucu beklentilerdeki olumlu gelişimle doğal olarak ortaya çıkmış bulunuyor.
Kişi başına gelirde özellikle 2003- 2009 arasındaki hızlı çıkışın ardında yatanların neler olduğunu doğru anlayabilirsek ileride de buna göre adımlar atarak bir çıkış yakalama olanağı bulabiliriz. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programıyla birlikte atılan önemli adımlar şunlardı: Bankacılık reformu yapıldı, kamu mali disiplini sağlanarak bütçe açıkları hızla düşürüldü, kamu kesiminin mali disipline girmesiyle enflasyon ve ona paralel olarak da faizler düştü. 2005 yılında AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlamasıyla Türkiye’ye yüksek miktarda doğrudan yabancı sermaye girişi başladı. Yalnızca 2006 yılında önceki seksen yılda gelen doğrudan yabancı sermaye tutarından fazlası geldi. Bu döviz girişi kuru düşürdü ve yıllarca 1 USD = 1,5 TL düzeyinde kalmasını sağladı. Bu gelişme Türk insanın yeniden kendi parasına güvenini artırdı ve 2002 yılında yüzde 57 dolayında olan Dolarizasyon Oranı (Bankalardaki yabancı para mevduatın toplam mevduat içindeki payı) 2010 yılında yüzde 29’a geriledi. Dönemin en önemli özelliği ve önceki dönemden farklılığı; beklentilerin olumlu hale gelmiş olmasıydı.
Türkiye 2010 yılından başlayarak bu yükseliş ivmesini kaybetmeye başladı. Bunun da bazı nedenleri var. IMF programı 2008 yılı Mayıs ayında tamamlandı ve yenilenmedi. Bu programın kendine göre bir zorlayıcı etkisi vardı, bunun kalkmasıyla birlikte siyasette belirli bir rahatlama ortaya çıktı ve popülizme dönüş başladı. Aynı yılda Türkiye AB ile tam üyelik idealinden kopmaya başladı. Müzakereler aksadı, verilen sözler yerine getirilemez oldu. Bunların sonucunda Türkiye’nin risk primi yükseldi, kur yükselmeye başladı. Yapılması gereken yapısal reformlar yapılmadı, hatta Merkez Bankası’nın ve düzenleyici denetleyici kurumların bağımsızlığı gibi, denetim, hesap verilebilirlik ve şeffaflık gibi birçok alanda yapısal bozulmalar ortaya çıktı. Ekonomide başlayan bu bozulmalara sosyal ve siyasal alandaki bozulmalar eşlik etti. Türkiye, uluslararası alanda hukukun üstünlüğü endeksi, basın özgürlüğü endeksi, demokrasi endeksi gibi endekslerin hepsinde geriye gitti. Bu gelişmelerin sonucu olarak Türkiye’ye döviz girişi düşmeye ve cari açığın doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla finansmanının yerini dış borçlanmayla finansman almaya başladı.
Grafik bize 2008 – 2013 arasındaki ivme kaybını gösteriyor. Bu dönemde 2003 – 2008 arasındaki çıkış hızını kaybetmiş olduğumuz açıkça görülüyor. 2013 başlarında zamanın Fed Başkanı Bernanke’nin ‘parasal gevşemenin sonuna geliyoruz’ şeklinde özetlenebilecek konuşması sonrası gelişme yolundaki ülkelerden para çıkışı başladı. AB ile müzakereleri neredeyse askıya alınmış olan ve yapısal reformları yapamayan Türkiye bu gelişmeden en ağır biçimde etkilenen gelişme yolundaki ülke oldu. USD/TL kuru hızla yükselmeye yöneldi ve bu yükselişle birlikte kişi başına gelirimiz de düşüşe geçti. 2005 – 2017 arasında dünya kişi başına gelir ortalamasının üzerine çıkmayı başarmış olan Türkiye, 2018 yılından başlayarak dünya kişi başına gelir ortalamasının oldukça gerisine düşmüş durumdadır.
Türkiye’nin 2003 – 2020 arasında yaşadığı bu gelişme önce zenginleştiren sonra yoksullaştıran büyüme serüvenidir. Türkiye, doğru politikalar uyguladığı 2003 – 2008 arasında kişi başına gelirini hızla artırarak zenginleştiren büyüme olgusunu yaşamış, çeşitli bozulmalar olsa da bu eğilim 2013 yılına kadar sürmüş ve Türkiye azalan bir eğilimle de olsa kişi başına gelirini artırarak büyümeye devam etmiştir. 2013 – 2020 arası dönem ise Türkiye’nin olumlu ivmeyi yitirdiği dönemdir. Bu dönemde ekonomi büyümeye devam etse de kişi başına gelir sürekli düşüş halinde olmuştur. Bu döneme de yoksullaştıran büyüme dönemi diyebiliriz.
Özetle söylemek gerekirse Türkiye 2003 – 2013 arasında zenginleştiren büyüme, 2014’den bugüne kadar da yoksullaştıran büyüme olgusu yaşamış bulunuyor.
Türkiye’nin kişi başına gelirini artırmaya devam edebilmesi için 2009’dan ve özellikle de 2013’den sonra yaptıklarının tersini yapması, bir başka ifadeyle hiç zaman geçirmeden AB ile tam üyelik müzakerelerine geri dönmesi, sosyal, siyasal ve ekonomik alanda yapısal reformları yapması gerekiyor. Ancak bunlar yapılabilirse Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı uygulaması sırasında olduğu gibi doğrudan yabancı sermaye girişinin de etkisiyle yeniden bir zenginleştiren büyüme modeline dönüş sağlanabilir.