Negatif Ayrışmayı Neden Yaşıyoruz?

Aydın Eroğlu – 24.12.2013

Siyasi Ortam Riski Borsayı Düşürüyor!

Nasıl ki, bir ara ABD ile çok iyi olan ilişkilerimizi hep öne çıkartıyorsak, not artışı öncesinde bu yönde ABD yönetiminin desteği olabileceğini düşünüyorsak, şimdi de ABD ile ilişkilerimize bakmak gerekir. Mısır darbesinden sonra anlayış farklılığına düştük. Suriye konusunda yine ters düştük. Kuzey Irak Kürt yönetimi ile petrol anlaşmaları imzaladığımızda, ABD merkezi Irak yönetimi ile uzlaşmamız gerektiğini açıkladı. Yani o konuda da ters düştük.

Şimdi de yaşanan yolsuzluk operasyonu sonrasında, ABD elçisinin aleyhimize bir takım ilişkiler içinde olduğu haberlerine istinaden, kendisine çeki düzen vermesi gerektiğini, ülkemizde tutmak zorunda olmadığımızı ifade ettik. Kısacası şu ki, ABD ile ilişkilerimiz Gezi olaylarının başladığı dönemin öncesindeki gibi değil. Aramız limoni. Bunun ne önemi var peki? Biz bağımsız bir ülke olarak ABD güdümlü mü davranmak zorundayız? Tabii ki değil. Biz geçmişi ABD ile kıyaslanmayacak kadar eski bir milletiz. Ancak, konjonktürün elverdiği ortamlarda bile kuru, faizi, cari açığı, enflasyonu, büyüme hedeflerini rating artışlarına rağmen tutturamadıysak, gelişmekte olan ülkelerin aleyhine dönen bir ortamda, dış ilişkilerin bozulması popülizm dışında ülkemiz için yeni stresler yaratmaktan öteye gitmeyeceğini de bilmemiz gerekir.

Biz hatayı biraz da kendimizde aramayı artık öğrenmeliyiz. 2008 dünya finans krizi esnasında, gelişmiş ülkeler derin finansal krizlerle boğuşurken, kendisine alternatif yer arayan sıcak para ve Ortadoğu’daki halk hareketleri nedeniyle bölgeden kaçan paranın desteği ile Dolar kuru 1,15’lere indiğinde bunu ”Değerli TL onurumuz” diye adlandırdık. O tarihli strateji yazılarıma bakarsanız, düşük kurun ülkemiz için çok kötü bir gelişme olacağını, üretimin durup, ithalat cennetine döneceğimizi, bunun da cari açık sorunu yaratacağını yazıyordum. Hatta kur rejiminin bile gerekirse değiştirilmesinin doğru olacağını ifade ediyordum. Strateji ve beklenti yazılarımın o tarihli başlıklarına bakarsanız bunları görebilirsiniz.

Maalesef çok ciddi bir yabancı sermaye girişi sağlamış olmamıza rağmen, bunu yatırımların artacağı hale döndüremedik. Büyümemizde ithalat bağımlılığından kurtulamadık. Ama bu esnada şehirlerimizin ve sanayimizin doğalgaza bağımlılığını artırmaya da devam ettik. Petrol ve doğalgaz üzerinden elde ettiğimiz vergi gelirleri kolaycılığa kaçmamıza neden oldu. Halbuki, enerji maliyetleri üzerinden elde edilen vergi gibi devlet gelirlerinin devamlı artması, şirketlerin ve kişilerin kullanılabilir gelirlerini azaltıcı bir etki yaratabileceğini göremedik. Bunun ticari rekabeti bozacağını da göremedik. Hala da göremiyoruz. Kıyaslamalarımızı gelişmiş ülkelerin petrol ürünleri fiyatlarını göstererek yapmaya çalışıyoruz. Halbuki bunu yaparken o ülkelerdeki kişisel satın alma gücünü, kişilerin milli gelirden aldığı paya kıyasla enerji için ödediği payın gelirine oranını görmezden geliyoruz.

Otomotiv sektöründe ihracat rekorlarına dikkat çekiyoruz ama aynı sektörün nette çoğu zaman eksi verdiğini, ithalatının daha fazla olduğunu hiç görmediğimiz gibi, zaten bundan bahsetmiyoruz bile. Böyle davranınca da, alınması gereken tedbirlere odaklanamıyoruz. Ara mal üretimin artması için gerekenleri bir türlü uygulamaya koyamadık. Bir çok OVP(orta vadeli program) uygulamaya koyduk. Bunları açıklarken heyecanımız çok yüksek iken, program vadeleri sonunda gerçekleşmelerde istediğimiz neticeleri almamış olmamıza rağmen, bunun açıklamalarını hiç duymadık. Bu sonuçların programın sorumluları için bir başarısızlık olması gerektiğini hiç düşünmedik. Hedeflerini tutturamayan bakan ya da bürokratlarımızı görmezden gelmeye devam ettik.

TCMB olarak 2013 yılına başlarken, cari açığın büyüklüğünün hızlı büyümeden kaynaklandığını, bunun için kontrollü büyümeye geçileceğini, 2013 büyüme hedefinin % 5 ile sınırlı kalmasını, bu oranda kalmak için de kredi artış oranının % 15’te tutulması gerektiğini ifade ettik. Kredi kontrolünü sağlamak için de, en sağlam sektörlerimizden biri olan bankalarımızın üzerinde tedbirleri devreye almaya başladık. Ama kredi kontrolünü bankalar üzerinden yapmaya çalışırken, şirketlere verdiğimiz tahvil ihraç izinlerini unuttuk! Tahvil ihraçlarının da bir nevi özel sektör kredi büyümesi yaratacağını göremedik. Kişisel olarak bu kararlar alındığında bu uyarıları yazılarımda hep yaptığımı biliyorsunuz. Bu tespitleri şimdi yapmıyorum.

Bir yıl daha geriye gidersek, 2012 yılında gelişmiş ülkelerde faizler düşürülürken, sadece FED tarafından her ay piyasaya 85 Milyar Dolar likidite verilme kararı alınmışken, bu denli likidite bolluğu esnasında bile yaşanan kur atağında faiz koridoru diye bir tanımlamayı uygulamaya sokup, faizlerimizi % 12’lere çektik. Hemen düzelteyim, faiz koridorunun üst sınırını bu orana çektik. Peki sonra ne oldu? Kur yükselişini durdurabildik mi? 2011- 2012 ve 2013 için bakın bakalım kurların yükselişi durmuş mu? Bunu başaramadığımıza göre demek ki, 1,15 Dolar kurunu gördüğümüz günlerde gerçekçi kur politikasından ne denli uzaklaşmış olduğumuzu göreceğimize, değerli TL onurumuzdur deme yanlışlığına düşmüşüz! Peki TL o sözü söylediğimiz günden sonra neredeyse yarı yarıya değer kaybetti. Peki şimdi onurumuzu mu kaybettik? O zaman olmaması gereken bu kur seviyesini bir başarı olarak anlatırken, şimdi gördüğümüz bu kur seviyesinin başarısızlığından hiç bahsedildiğini görüyor musunuz? Ya da bu başarısızlığı kimin üstlendiğini hiç duydunuz mu?

Son iki paragrafı birleştirmek için yazdım. Ben tespitlerimi sürdüreyim; 2012 yılı başında yaşanan kur atağına karşılık bir anda faizleri yukarı çekerek % 12 üst sınırla uygulamaya aldığımız faiz koridorunun ne olduğunu ve neye yaradığını hala kimse tam olarak anlayamadı. Kurları kontrol etmek için yapmamış mıydık? Bakın bakalım euro ve dolar kuru kontrol altına girebilmiş mi? Tahvil piyasasında derinlik kalmış mı? Enflasyon düşmüş mü? Peki cari açık kontrol altına girmiş mi?

”Cari açık yüksek büyümeden kaynaklanıyor, bu nedenle 2013 büyümesini % 5’te tutacağız, bunu gerçekleştirmek için de kredi büyümesini % 15’le sınırlayacağız” deniyordu. Yani büyümenin sebebi olarak da kredi büyümesi gösteriliyordu. Krediler büyümeyi tetikliyor ve o da ithalata neden oluyor deniyordu. Peki bu tespit doğru çıktı mı? Hemen söyleyeyim ki (daha önce de bunu yazdığımı biliyorsunuz.) Hayır! Kredi büyümesi % 30’lara dayanmasına rağmen büyüme oranı % 4 altına düştü. Hani biz kredi büyümesini % 15 ile sınırlayabilirsek, büyüme % 5 civarında kalabilecekti? Yani büyümeyi % 5’e düşürebilmek için kredi artışına % 15 sınır getirilmeye çalışılıyordu. Halbuki kredi büyümesi % 30’lara dayanmasına rağmen büyüme düşünülen oranın bile altında kaldı. Demek ki büyümenin ve cari açığın sebebi için yapılan bu tespit de yanlışmış! Hatırlarsanız, bu kararların alındığı tarihte kredilerin tüketici ve yatırım kredisi olarak ayrıştırılması gerektiğini, tüketim kredilerinin frenlenmesi gerektiğini ama üretim-yatırım kredilerinde bu sınırlamanın uygulanmaması gerektiğini yazıyordum. Oysa MB başkanı bunu şimdi söylemeye başladı.

Üç ay evvel 2,08 olan Dolar kuru için, yıl sonunda 1,92 olursa kimse şaşırmasın diyen MB başkanımız, bir ay sonraki konuşmasında sermaye girişleri yeniden hızlanırsa 1,80’lerin bile olabileceğini söyleyerek piyasanın kafasını iyice karıştırmış oldu. Hani çok çeşitli müdahale aracını devreye alacaktı? Bunun yerine ne anlamı olduğu anlaşılamayan faiz koridoru tanımı değişti. Sizin anlayacağınız koridor balon oldu! Peki MB başkanı böyle diyorsa bir bildiği vardır diyen döviz borçlularımız bu borçlarını kapatmadıysa ne olacak? Bu borçlarının kur karşılıkları daha da artmış olmadı mı? Bu ifadeler ithalatçı ve ihracatçıları farklı şekillerde sıkıntıya sokmadı mı? Dünya FED kararları ile birlikte gelişmekte olan ülkelerden döviz çıkışları olabilir diye beklerken, MB başkanımız yeniden dış sermaye girişleri hızlanırsa derken neyi bekliyordu acaba?

Altın Rezervlerinden Zarar Var Mı?
20/12/2012 tarihli ”Dünya Uzun Soluklu Bir Büyüme Sürecine Girebilir” başlıklı strateji yazımda; ”altın yatırımcıları gibi, bu işten zarar hatta çok ciddi zarar görecek olan bir diğer kesimin de, iki yıl öncesinden itibaren yapılan altın empozelerinde altın rezervlerini arttıran merkez bankaları ve bankaların olacağını düşünüyorum. Günü geldiğinde bilançolarındaki altın değerlemesini yaptıklarında ciddi zararlar oluşabilir. Ancak Türkiye ekonomisi ve TL olarak yaşanan bu süreçte belki de en güvenilen ülke ve paralardan biri bizim ülkemiz ve paramız olduğu için, bankalarımızda altın yatırımlarının çok fazla olmayacağını görüşündeyim. Ama bir ara TCMB’nın altın rezervlerini arttırma düşüncesini paylaştığını hatırlıyorum.” diye uyarmıştım. TCMB altın rezervlerine bakıldığında, yüksek altın seviyelerinden MB’mızın da ciddi bir oranda rezerv artışı yapmış olduğu görülüyor. Yani altın rezerv artışının bir başka izahı yoksa ve bu artış MB’nın parasını ödeyerek altın rezervini arttırmış olması nedeniyle yaşandıysa, bu karar da yanlış çıkmış diyebiliriz. Gerçekleşmeler iyi olduğu zaman nasıl bunu sahiplenenler oluyorsa, başarısızlıklar halinde de bu başarısızlığın sahipleri olabilmeli. Eğer bu yapılmazsa, o zaman inandırıcılık kaybolur, güven zedelenir.

Gelişmiş ekonomiler kriz yaşıyor, biz ülke olarak sağlamız dedikten sonra, döviz kurlarımız neredeyse iki katına çıkıyorsa, neredeyse en yüksek faiz seviyelerinden birisi bizde olmasına rağmen bu kur yükselişi yaşanıyorsa, birinin bir yerde bir yanlışlık olduğunu bilmesi, bunu görmesi, üstlenmesi ve tedbirlerini alması gereklidir. Yoksa konjonktürün elverdiği zamanlarda bile hedeflerden uzak düşersek, konjonktür bizim için bozulduğunda hedeflerimize ulaşma ihtimalimiz iyice düşer.

Konjonktür Bizim İçin Bozuluyor Mu?
Şimdilik bunu söylemek için erken. Ancak ortaya çıkan risklerden bahsetmek doğru olur.
2002’den bu yana Türkiye siyasi krizleri unutmuştu. Seçimler yaklaşırken siyasi kriz riskleri ortadan kalkmıştı. Seçimlerde siyasi iktidarın değişme riskinin olmadığı ortamlarda da, siyasiler seçim ekonomisi izlemeye gerek duymazlar. Bizde de geçmiş seçim dönemlerinde seçim ekonomisi izlenmediğini gördük. Çünkü iktidar değişimi riski yoktu. Siyasi istikrar Türkiye için en büyük kazanımlardan biriydi. Ülke olarak herkesle barışık bir politika izliyorduk. Yıllardır göz ardı edilen komşularımızla iyi ilişkiler ön plana çıkartıldı. Komşularımızla ticaretimiz üst seviyelerde yükseldi. Öyle ki, daralan Avrupa pazarının kaybı bile bu sayede telafi edildi. Körfez sermayesi için önemli hedef ülkelerden birisi olduk.

Ancak her nedense, birlikte bakanlar kurulu toplantıları bile yaptığımız Suriye ile bir anda ilişkilerimiz bozuldu. Suriye politikasında yalnız kaldık. Çok ciddi bir ekonomik gider yaratan Suriye’li mültecilerin yükünü de tek başına göğüsler olduk. Bir insanlık duruşu olarak ülkesinde savaş yaşanan insanlara yardım yapmak elbette bir insanlık görevi ama bunun faturasının boyutu biraz da bizim hatalarımızdan kaynaklanmış olabilir mi diye bakmadık. Peki Suriye konusundaki duruşumuz sonrasında ne durumdayız diye hiç bakıyor muyuz? Suriye’nin Esad yönetimine karşı çıktık ama, şu an sınırlarımızda yeni bir Kürt devleti kurulma riski ile karşı karşıyayız. Bunun yarattığı etki ile de, kendi topraklarımızın bir kısmının adını Kürdistan olarak anmaya başlayanların arttığının bilmem farkında mıyız? Kökeni Türk olmayan tüm vatandaşlarımız için neyse, Kürtler de aynen biz Türkler gibi birinci sınıf TC vatandaşıdır. Varsa eşitsizlikler ya da vatandaşlık hakkı olarak olması gerektiği halde olmayan, ya da verilmeyen haklar varsa bunları konuşacağımıza, direkt Kürdistan diye bir bölge ayrışmasının telaffuz edildiğini görüyorum? Sistemli bir şekilde ülkemizin bölünmek istendiğini görmek lazım. Özellikle batılı gelişmiş ülkelerin bunun için tüm çabayı göstermeleri kendi dış politikaları için doğru olabilir. Ama biz bu oyunun seyircisi olmamalıyız. Önümüzdeki günlerde gerilim yaratacak yeni bir gündem de bu konuda çıkabilir. Bu ülkenin Kürdü ile, Türkü ile, Çerkez’i, Laz’ıyla, Şii’si, Sünni’si ile bir bütün olduğunu unutmamalıyız. Tüm vatandaşlarımıza da bunu anlatabilmeliyiz.

İktidarın oylarını artırdığı önceki seçimlerin öncesinde gündemi sarsacak sansasyonel olaylar yaşanmamıştı. Ama son yaşanan yolsuzluk operasyonu sonrasında yaşananlara bir bakar mısınız? Başbakanımızın ağzından paralel devlet uyarıları yapılıyor. Yargının ve yürütmenin içinde Türkiye’nin aleyhine yapılaşmalardan bahsediliyor. Öncesinde böyle bir ortamı yaşamamıştık. İktidarın muhalifinin diğer siyasi partiler olduğu düşüncesi ile, iktidar için riskler görmüyorduk. Şimdi ise, gördüğünüz gibi zamanında aynı çerçevede anılan kesimlerin bir birine karşı cepheleştiğini görüyoruz. Dikkat ederseniz ben kim doğru-kim yanlış, kim haklı-kim haksız değerlendirmesinde bulunmuyorum. Sadece taraflarının birbirine çok zarar verebileceği riskli bir ortama düştüğümüzden bahsediyorum.

İktidarın 3-4 bakanı ile ilgili kişilerin adının geçtiği ve savcıların yürüttüğü bir yolsuzluk operasyonunun hemen arkasından, operasyonu yapan kişilerin çoğunun yeri değiştiriliyor. Ama tespiti yapılan paraların izahatı ancak bir hafta sonra veriliyor. Bu operasyon sonrası ortaya çıkan görüntülerin üstüne gidilerek tedbirlerin alınması, ilgililerin hemen görevlerinden istifalarının istenmesi gerekirken, benzer operasyonların olmasından korkuluyor ki, önüne geçilmek için hemen yasa değişikliklerinin yapılmasına gidiliyor. Bu durum dışarıdan bakınca Türkiye için risk algılamasını artıracaktır diye düşünüyorum.

Yargı ve yürütmenin içindeki kadrolarda paralel devlet yapılanması varsa, bu yeni mi anlaşılmıştır? Türkiye’de 5-6 yıldır çok ciddi yargılamalar yaşandı. Hatta bu yargılamalar ile ilgili özellikle de Ergenekon diye anılan operasyonlarda bir çok paşa suçlanmış ve müebbet dahil hapis cezaları verilmiştir. Bu cezaların büyük bir kısmı ortaya çıkarıldığı iddia edilen delillere istinaden ve gizli tanık ifadeleri ile verilmiştir. Şimdi ise, son yapılan yolsuzluk operasyonunda aynı şekilde ortaya atılan iddiaların, polisin yaptığı tespitlerin doğru olmadığını, devlet içinde illegal bir yapılanma olduğunu söylüyoruz. İçine düştüğümüz açmazı görüyor musunuz? İktidarların içinde, hiç yanlışa düşmüş kişi ya da kişiler olamaz mı? Yıllardır bunun bir çok örneğini görmedik mi? Masumiyet karinesine göre insanların suçluluğu ispat edilmediği müddetçe masum olduğu tezini kabul edersek, son operasyon için de, yargı kararını vermeden kimseye suçlu diyemeyiz. Ancak henüz yargı kararı verilmediği halde tutukluluğu yıllardır süren kişiler için de aynı şey geçerli değil mi? Aynı paralel yapılanma çok ciddi cezalar verilen önceki davalarda da etkin olduysalar ne olacak? Daha şimdiden bizzat başbakanımızın yargıda ve emniyette yasa dışı yapılanmaların olduğu açıklamalarını dayanak yaparak Fenerbahçe kulubü şike davasının yargılamasının yeniden yapılması için baş vurmuştur. Benzer baş vurular Ergenekon gibi yargılamalar için de yapılacaktır diye düşünüyorum.

Maalesef ülkemiz, başbakanımızın, içişleri bakanımızın ifade ettiği gibi bir paralel devlet yapılanması içindeyse, bu durum dışarıdan bakan yatırımcılar açısından çok riskli bir görüntü oluşturacaktır. Tam da yerel seçimlere gidilirken, yaşanan yolsuzluk operasyonu gibi yeni operasyonlar da yaşanırsa, ne olur? İşte bu nedenle yerel seçimlerin sonucu çok önemli hale gelmiştir. Çünkü devlet, var olduğunu söylediği bu yapılanmayı temizlemeye çalıştıkça, varsa bu yapılanma da karşı hamlelerini yapmayı sürdürecektir.

Yerel Seçim Sonuçları Çok Önemli!
Eğer iktidar yapılacak yerel seçimlerden oylarını ve mevcut belediyelerini koruyarak, hatta oyunu daha da yükselterek çıkarsa, bir anda çıkan bu yangınının ateşi söner. Korkusunun yarattığı etki ortadan kalkar. Ama iktidar genel seçimler için risk yaratabilecek bir oy kaybı yaşarsa, özellikle de İstanbul ve Ankara gibi iki büyük belediyesinden her hangi birini kaybederse, 2015 yılında yapılacak olan genel seçimler yabancılar için bir anda riskli hale gelir. Böyle bir siyasi risk ortaya çıkarsa, Türkiye’nin notları da bundan olumsuz etkilenebilir.

Bu nedenle yerel seçim sonuçları hem bizim, hem yabancıların, hem de BIST’in en önemli merak edilen belirsizliği olmuştur. Geçecek bu süre içerisinde benzer dosyaların açılması, operasyonların yapılması bu riskin seçimler öncesinde iyice artmasına neden olabilir. Yeni bir operasyon olmaz ise, yerel seçimler öncesinde kısmi toparlanmalar yaşandığını görebiliriz. Kısacası BIST’in akıbeti gelişmelere bağlı dalgalanmalar gösterecektir. Böyle bir ortamda BIST için tahminlerde bulunmak çok zordur. Ortaya çıkacak yeni bir gelişmeye göre tüm tahminlerin değişebileceğini bilmemiz gerekir.

BIST Pahalı Mı?
Borsada fiyat oluşumu görecelidir. İçinde bulunulan duruma göre geçici değerlemeler yapılır. www.borsaanalizci.com’da 05/09/2013 tarihli ”Borsada Fiyat Oluşumu” başlıklı strateji yazımda bu konudaki görüşlerimi bulabilirsiniz.

Eğer gördüğümüz mevcut bilançoları baz alırsak, BIST’in pahalı olmadığını hatta ucuz olduğunu düşünüyorum. Bunu da öncesinde bir kaç kez yazdım. Dünyanın büyümeye başlayacağı, bunun yansımalarının bizim şirketlerimiz için de olumlu olacağı görüşündeyim. Bu ve altındaki BIST seviyelerinin alım fırsatı olarak kullanılmasının doğru olacağı görüşümü koruyorum. Ancak içine girdiğimiz son gelişmelerin akıbeti bir çok şeyi değiştirebilecek nitelikte olduğu için, ciddi bir belirsizlik içinde olduğumuzun bilinmesini isterim. Bu nedenle de uzun vadeli yatırımcı olmayı göze alarak yatırım kararlarının alınması gerektiği görüşündeyim.

Başarıların bir sahibi varsa, başarısızlıkların da bir sahibi olmalıdır! Başarısız olunduğu zaman bunu kabul etmek, kişiye olan güveni artırır.

Saygılarımla

www.aydineroglu.comwww.borsaanalizci.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir