Dünya 21. Yüzyıl’a girerken, tüm umutlar bu yüzyılın bir ‘akıl çağı’ yüzyılı olması, uygarlık yaşamında yeni bir teknolojik sıçramanın, yeni bir aydınlanma çağının yüzyılı olması yönündeydi. Buna bağlı olarak, Birleşmiş Milletler’in (BM) 17 sürdürülebilir kalkınma amacına, yoksulluğa, açlığa, eğitimsizliğe, küresel gelir adaletsizliğine kalıcı çözümler üretilen bir yüzyılın yaşanması herkesin ümidiydi. Başlangıca da bu umutları adeta doğrulayıcı bir ortama işaret ediyordu. ‘İki Kutuplu’ bir dünya siyaseti geride kalmış, ülkeler arasında ticareti kolaylaştıracak adımların yoğunluk kazandığı, demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisi için çabaların yoğunlaştığı bir dönem başlamıştı. 2008 küresel finans krizi, yukarıda ifade ettiğim umutlara, beklentilere ilk gölgeyi düşüren gelişme oldu. G7 ekonomileri ve sonrasında gelişmekte olan ekonomilerin bir bölümü kendilerini zorlu bir etabın içinde buldular.
Ancak, Çin, Hindistan, Türkiye, Endonezya gibi ‘yükselen’ gelişmekte olan ekonomiler küresel finans krizinin ana ve artçı etkilerini çabuk atlattılar ve büyüme, kalkınma alanında yol almaya devam ederek, bu yüzyılın gelişmekte olan ekonomiler için farklı bir yüzyıl olacağı yönündeki umutları beslemeye devam ettiler. Bununla birlikte, başta ABD ve sonrasında kimi AB ülkeleri küresel finans krizinin girdabından zorluklarla çıktılar ve krizin sebep olduğu sıkıntılar gerek ABD, gerekse de AB düzeyinde toplumsal yaşam, siyaset yaşamı ve seçmen eğilimleri konusunda son 40 yıldır gündemlerinde hiç olmamış tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu esnada, gerek hammadde, enerji, ara mamul ve nihai ürün ihracat gelirleri ile, gerekse de başta savunma sektörü olmak üzere, stratejik sektörlerde hızlanan kabiliyetleri ile, 1990’lı yılları kırılmalarla geçirmiş olan Rusya’nın küresel ekonomi- politik sistemdeki iddiasını yeniden yapılandırdığını ve 1990’lı yılları sessiz bir güçlenme dönemi olarak geçirmiş olan Çin’in sesinin de küresel sistemde daha gür çıktığını gözlemlemeye başladık.
Yazının devamı için TIKLAYINIZ!