Soğuk Savaş bittikten sonra, ‘Amerikalı’ Amerika’nın, yeni muhafazakar (neocon) akımla birlikte, küresel siyaset sisteminde ortaya koyduğu temel iddia, neoliberal ekonomik anlayışın ana ekseni oluşturduğu bir konjonktürde, küresel ticaret ve sermaye hareketleri serbestleştikçe, önemli sayıda ülkenin bir demokratikleşme rüzgarına kapılacağı ve giderek güçlenen bir dalgaya bağlı olarak, daha otokratik rejimlerin dahi bu dalgadan nasibini alarak bir ‘değişim süreci’ne girecekleri idi. Ülkeler arasında ‘bağımlılık’ ve ‘bağlantısallık’ derinleşecek ve bu tablo küresel ve bölgesel jeopolitik gerginlikleri bertaraf edecektir. Batılı ekonomiler ise, ihtiyaç duydukları ürünleri gelişmekte olan ekonomilere ürettirerek, sanayi sonrası toplum olma özelliklerini derinleştireceklerdi.
1990’lı yılların ikinci yarısında patlak veren ‘Asya Krizi’ni de, bu manada yükselen Asya ekonomilerinin kendi istekleri doğrultusunda ‘dönüşüm’e dirençlerinin kırılma noktası olarak okumayı tercih ettiler. Oysa, krizi yaşayan Asya ekonomilerinin tümü ‘dayatılan’ bağımlılık ve bağlantısallığın sakıncalı yönlerini benliklerine kadar hissettiler ve zaman içerisinde neoliberal politikalardan adım adım uzaklaşacakları ve 2008 küresel finans krizi sonrasında ‘stratejik otonomi’ anlayışını geliştirip, tahkim edecekleri bir sürece hız verdiler. Bu süreci bir süre sonra Latin Amerika ülkelerinin de izlediklerine şahit olduk. Bu nedenle, ABD’nin kendini ‘tek süper güç’ olarak konumlandırdığı ve ‘tartışmamız biat’ talep ettiği bu dönemde, bir çok Asya ve Latin Amerika ülkeleri ile ‘Amerikalı’ Amerika anlayışını önceliklendiren neoconlar arasında sürtüşmenin ve gerginliğin arttığına şahit olduk.
Yazının devamı için TIKLAYINIZ!