Ücret, ekonomide emeğin sunulmasının, kiralanmasının bedelidir. Yani bir kişiyi bir iş yaptırmak için tuttuğunuzda o kişiye sunduğu emeğin karşılığında ödenen bedele ücret denir. Bu durumda köprü geçişi sırasında ödenen paraya ücret denmemesi geçiş fiyatı ya da geçiş bedeli denmesi gerekir. Ama bu yanlış ifade yerleşmiş olduğu için olduğu gibi bırakıp biz de ücret diyelim ve “galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır” (yaygın olarak kullanılan ifade sözlükte yazan doğrusuna tercih edilmelidir) deyişine uyalım.
Bu hafta başından geçerli olmak üzere köprü ve otoyol geçiş ücretlerine ortalama yüzde 20 zam yapıldı ve bu zam oldukça tepki çekti. Tepki çekmesinin nedeni emek karşılığı ücret alanların (gerçek ücret) alabildikleri zamların çok üzerinde olmasıydı. Yapılan açıklamada köprü ve otoyollara her yıl ÜFE oranında zam yapılması gerektiği, geçen yıl yüzde 33,6 oranındaki ÜFE artışına karşılık 21 aydır zam yapılmadığı vurgulanıyor. Meselenin özü de burada zaten.
1980 öncesi dönemde, enflasyonun yarattığı aşınmalar kamu fiyatlarına seçim ve oy kaygıları nedeniyle yansıtılmaz kamu kesimi zamları, uygun bir zamanda yapılmak üzere bekletilirdi. Seçim sonrasında gelen hükümet ertelenmiş zamları masada bulur ve ekonomi zarara katlanma sınırına geldiği için hepsini yapmak zorunda kalırdı. 24 Ocak kararlarıyla birlikte kamu kesimi fiyat artışlarının gerektiği zaman yapılması uygulamasına geçildi. Başlarda bu uygulamaya uygun hareket edildi. Zaman ilerledikçe ve iktidar partisi oy kaybetmeye başladıkça eski popülist eğilim yeniden keşfedildi ve zamlar ertelenir oldu. Bunun sonucunda kamu kesimi açıkları büyümeye ve kamu borçlanması artmaya başladı. 2001 krizi sonrasında kamu kesimi mali disiplinini sağlama çabaları sonucu kamu kesiminde gereken fiyat artışları da zamanında yapıldı. Bu eğilim uzunca bir süre devam etti sonra iktidar partisinin oy kaybetmeye başlamasıyla birlikte zamlar yine ertelenir oldu.
Köprü ve otoyol geçiş ücretleri kamu kesimi gelirleri arasında belirli bir yer tutuyor. Enflasyon yükseldikçe tıpkı özel kesimin sunduğu mal ve hizmetlere bu fiyat artışlarını yansıtmasında olduğu gibi kamu kesiminin de bu artışları kendi sunduğu mal ve hizmetlere yansıtması gerekiyor. Aksi takdirde kamu kesiminin giderleri enflasyon kadar artarken gelirleri o kadar artmaz oluyor ve kamu açıkları büyüyor. Bu sefer büyüyen açıkları ya yeni vergilerle ya da borçlanmayı artırarak finanse etmek zorunluluğu çıkıyor ortaya. Ki bunların ikisi de sıkıntılı. İktidar partisi vergileri artırsa oy kaybı sorunu bu kez orada karşısına çıkacak. Borçlanmayı artırarak finansman bulsa bu kez borç yükü ve faizler yükselecek. Bu durumda yapılacak en doğru şeyin bu zamları bekletmeden yapmak olduğu anlaşılıyor.
Zamları bekletmek ve bir defada yapmak iki büyük sorun yaratıyor: (1) Bekletme süresi arttıkça ilgili kamu kurumunun zararı arttığı ve bu da kamu kesimi borçlanmasını arttırdığı ve faizi yükselttiği için bekletmeden yapılacak zamların toplamından daha fazlasını bir seferde yapmak gerekiyor. (2) Bekletmeden yapılacak zamlara, miktarlar daha küçük olacağı için, insanların tepkisi daha düşük olacakken bir seferde yüksek oranlı yapılan zamlara insanların tepkisi çok daha yüksek olabiliyor.
Zamları bekletmek, mal ve hizmet üreten kamu kurumlarına devletin müdahale etmesi alışkanlığından kaynaklanıyor. Söz konusu kurumlar, gerçekten kuruluş statülerinde değinildiği gibi, özerk bir yaklaşımla yönetilebilseler ve kamu kesiminin müdahalelerinden kurtulabilseler ne zamlar bu kadar yüksek olmak zorunda kalacak ne de insanlar bu kadar tepki gösterecek.
Türkiye’de devlet, özelleştirme yapsa da fiyat tespiti alışkanlığından kurtulamıyor.