Mahfi Eğilmez – 22.02.2016
Onbinlerce yıl yalnızca avcı – toplayıcı yani tüketici olarak göçebe halde yaşayan insan, yaklaşık onbin yıl önce toprağa yerleşti. Bu yerleşimle birlikte bazı hayvanları ehlileştirdi ve bazı bitkileri de evcilleştirdi. Böylece bütün diğer hayvanlardan farklı olarak doğadaki besin ve hayvan varlığını çoğaltmaya yani üretime geçti.
İnsanın, üreticiliğe geçtikten sonra ekonomik yaşamda geçirdiği evreleri üç aşamada inceleyebiliriz. Başlangıçtan onaltıncı yüzyıla kadar tarımın ağırlıklı egemen olduğu, onun yanında ticaret ve zanaatin de bulunduğu, parasallaşmanın sınırlı olduğu evre tarımsal kapitalizmin yükselişi evresidir. Onaltıncı yüzyıl ile onsekizinci yüzyıl arasında egemenlik tarımsal kapitalizmden ticari kapitalizme kaydı. Bu dönemde egemen olan ekonomi yaklaşımı merkantilizm adını taşıyor. Merkantilizm, ticaretin öne çıktığı, değerli madenlerin gözde olduğu bir anlayışı temsil ediyor. Değerli madenler öne çıkıyordu çünkü kâğıt paranın olmadığı bu dönemde altın ve gümüş sikke olarak kesiliyor, üzerine damga basılarak para yapılıyordu. Altın ve gümüş her yerde kabul edilen değerler olduğu için de bu şekilde basılan paraların hepsi konvertibl ya da rezerv para idi. O nedenle de değerli madenleri elde etmek en önemli işti. Ne kadar çok değerli madeniniz olursa o kadar çok para basabilirdiniz. Onsekizinci yüzyıldan sonra sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmin ağırlığı ticaret ile sanayi arasında dengelenmeye başladı. Tarım, arka plana düştü. Bu dönemde parasallaşma giderek arttı. Kâğıt paranın ortaya çıkmasıyla birlikte ekonominin sınırları daha ilerilere taşındı.
Yirminci yüzyılda iki büyük devrim yaşandı. İlki kâğıt paranın karşılıksız kalmasıdır. Birinci dünya savaşı sonrasında birçok ülke parasının arkasındaki altın desteğini kaldırdı ve paralarını dolara karşı tanımlamaya yöneldiler. 1971’de ABD, doların, 1974’de de IMF, SDR’nin altın karşılığını terk etti. Böylece dünyadaki paraların altınla veya herhangi bir madenle ilişkisi kesilmiş oldu. Bu gelişme, reel dünyadan daha hızlı büyüyebilen bir sanal dünyanın kapılarını açan ilk gelişmedir. Para basarak büyüme, kaydi para yaratarak kredileri artırma küresel sistemi, yeni ve oldukça tehlikeli bir maceraya sürüklemeye başladı. Buna karşılık büyümenin yarattığı büyülü ortam bu tehlikelerin görülmesinin önüne bir tül perde çekti. Yirminci yüzyılın ikinci büyük devrimi kapitalizmin yalan yanlış bir modelinin dünyanın her yerinde egemen olmasını sağlayan küreselleşmenin ortaya çıkmasıydı. Bunun gerçekleşebilmesi için paraların dalgalanmaya bırakılması ve sermaye akımlarının serbest kalması gerekiyordu. O zamana kadar üç önemli üretim aracından (mallar, emek ve sermaye) yalnızca mallar (üretimde girdi olarak kullanılır) küresel sistemde nispeten serbest olarak hareket edebiliyordu. Nispeten diyorum çünkü Sovyetler Birliği ve onunla birlikte hareket eden doğu bloku kendi içinde mal ticareti yapan farklı bir sisteme sahiptiler. 1990’larda Sovyet sistemi dağılıp da dünya giderek tek kutuplu hale gelmeye başlayınca sermayenin serbest dolaşımı da sistemin temeli haline geldi. IMF’nin yıllardır yaptığı yönlendirme sonuç vermiş, bütün ekonomiler paralarını dalgalanmaya bırakmışlardı. Böylece para, en yüksek getiriyi öneren yere hiçbir engel tanımadan akar oldu. İnsanların bir yerden bir yere gitmesi için pasaporta, vizeye, yolculuk yapmaya, gümrüklerden geçmeye ihtiyacı varken, paralarını kendi ülkeleri dışına yollamalarının önünde hiçbir engel kalmamıştı.
Günümüz dünyasında hareket serbestliği olmayan tek üretim aracı emektir.
Sermaye hareketlerinin önündeki engeller kalkınca, paranın para yaratması çok daha kolay hale geldi. Yuval Noah Harari’nin Sapiens adlı kitabında verdiği örnek, kaydi paranın nasıl geliştiğini anlatan basit ve güzel bir örnektir. Onu biraz daha ekonomik ifadelerle ele alalım. A, tasarruf ederek biriktirdiği 10.000 lirasını bankaya mevduat olarak yatırır. Banka, bu paradan yüzde 10 (1.000 lira) zorunlu karşılık keserek Merkez Bankası’na yatırır ve kalan 9.000 lirayı kendisinden üretimini artırmak için kredi isteyen B’ye kredi olarak verir. B, üretimi artırmak için planladığı süreye henüz zamanı olduğu için aldığı bu krediyi çekmez ve bir haftalık mevduat olarak bankada bırakır. Banka, 9.000 liralık mevduattan yine yüzde 10 (900 lira) zorunlu karşılık keser ve Merkez Bankası’na yatırır. Kalan 8.100 lirayı bu kez yine kendisinden kredi isteyen C’ye kredi olarak verir. C, krediyi hemen kullanmayacağı için çekmez ve bankada mevduat olarak tutar. Özetle; bankaya ilk yatan 10.000 liralık mevduat ,zorunlu karşılık oranının tersi yani on kat (100.000 liraya kadar) kadar artabilir. Böylece piyasadaki para kendisinin on katı kadar satın alma gücü yaratabilir.
Sermaye hareketlerinin serbest kalmasıyla paranın bu gücü küresel sistemin tamamına yayılmış ve yerellikten çıkarak küresel bir güç haline gelmiş oldu. Bunun sonucunda dünyanın her yerinde krediler arttı ve dolayısıyla büyüme hızlandı.
1870’de dünyada ortalama kişi başına gelir 800 dolar iken 1950’de bu miktar 2.100 dolara çıkmıştır. 80 yıldaki artış 2,6 kattır. Kişi başına küresel ortalama gelir 2015 yılında 10.500 dolara ulaşmıştır. Son 65 yıldaki artış 5 kattır (Angus Maddison, Maddison Project Database.) Geliri giderek daha çok artıran şey kredilerin inanılmaz büyümesidir.
Kredilerdeki bu büyüme reel dünya ile sanal dünyanın birbirinden kopmasının da önünü açmış görünüyor. Para böylesine kolayca çoğaltılamazken hisse senetleri, tahviller vb reel dünyanın bir yansımasından ibaretti. Belki biraz abartılı bir yansımaydı bu ama abartının da bir ölçüsü vardı. Paranın önce karşılıksız kalması, sonra dalgalı kur, konvertibilite ve sermaye hareketlerinin serbest kalması üçlemesi eşliğinde seyahat özgürlüğüne kavuşması abartıyı neredeyse sınırsız hale getirdi.
Bu sihirli gelişmenin gelip tosladığı yer 2008 küresel krizidir. 2008 krizi, üçü beş gösteren, olmayan parayla olmayan varlıkları satın almayı özendiren, ahlâksızlıktan cesaret bulmuş aç gözlülüğe inmiş bir tokat gibidir.
Şimdi bütün dünyanın önünde iki seçenek var: (1) Yeni bir hukuksal, ekonomik, sosyolojik altyapı kurarak büyümeyi sürdürecek yeni bir model kurmak. (2) Sonsuza kadar büyümenin anlamsızlığını anlayıp daha yaşanabilir bir dünya için, çevreye daha saygılı, daha mütevazı bir modelle yola devam etmek. Gerçekçi olmak gerekirse ilk seçeneği geliştirmeye çalışanların çok daha güçlü olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Adam Smith’in dediği doğrudur: “Tüketim, bütün üretimin tek ve nihai amacıdır.” (Ulusların Zenginliği, 8. Bölüm, IV.8.49. paragraf.) Sanırım ihtiyaçlarımızın sınırsız olmadığı, birçok şeyin aslında ihtiyaç olmadığını kabul etmekle başlamamızı öneren Marshall Sahlin’in görüşlerini dikkate alarak işe girişmemiz gerekiyor (Marshall Sahlin, Taş Devri Ekonomisi.)