Mahfi Eğilmez – 01.05.2017
Küresel işsizlik
Küresel krizle birlikte birçok şey değişti. Bunlardan birisi de istihdam sorunu. Kriz dünyanın her yanında işsizlik oranlarının yükselmesine yol açtı. Bu durumu 187 ülke için yapılan bir tablonun özeti olarak çıkardığım aşağıdaki tablodan izleyebiliriz (en yüksek işsizlik oranından en düşüğe doğru, kaynak: http://www.tradingeconomics.com/country-list/unemployment-rate):
Ülke Sıralaması | Ülkeler | İşsizlik oranı (%) | Genç İşsizlik Oranı (%) |
19 | Japonya | 2,8 | 4,9 |
33 | Almanya | 3,9 | 6,6 |
35 | Çin | 4,0 | Veri yok |
47 | ABD | 4,5 | 9,1 |
50 | İngiltere | 4,7 | 11,9 |
53 | Hindistan | 4,9 | 12,9 |
60 | Rusya | 5,4 | Veri yok |
65 | Endonezya | 5,6 | Veri yok |
119 | Fransa | 10,0 | 23,6 |
133 | Türkiye | 13,0 | 24,0 |
139 | Brezilya | 13,7 | Veri yok |
166 | Yunanistan | 23,5 | 48,0 |
170 | Güney Afrika | 26,5 | 50,9 |
Milton Friedman, geçici ve yapısal işsizlik biçiminde ortaya çıkan işsizliğe ‘doğal işsizlik’ ve bunun oranına da ‘doğal işsizlik oranı’ adını veriyor. Doğal işsizlik oranı her ekonomi için kendi yapısına göre oluşmuş farklı bir oran. Bu tür hesaplamalar genellikle uzun yıllar ortalaması alınarak yapılıyor. Mesela bu oran ABD ekonomisi için yüzde 4 – 5 aralığı olarak hesaplanıyor. İspanya’da işsizlik oranı her zaman yüksekti. Buna karşılık Yunanistan, küresel kriz sonrası girdiği bunalımla birlikte bu kadar yüksek bir orana sıçramış bulunuyor. Mesela Fransa için yüzde 10’luk oran çok yüksek sayılabilecek bir orandır. Türkiye’de 2001 krizinden önce uzun yıllar ortalaması yüzde 8 dolayındaydı. 2001 krizi sonrasında hızla artan işsizlik oranı sonrasında düşürülmekle birlikte son dönemde yine ciddi bir artış içine girdi. 2005 yılından bu yana yıllık ortalama işsizlik oranı yüzde 10 oldu. Bu yeni oranın doğal işsizlik oranı haline gelmesi için ekonominin bu ortalamayla daha uzun bir zaman yaşaması gerekiyor. O nedenle son on yılda ortaya çıkan bu yeni işsizlik oranlarına ‘doğal işsizlik oranı’ yerine ‘yerleşik işsizlik oranı’ adının verilmesinin daha uygun olacağını düşünüyorum. İleride, küresel krizin etkileri tamamen atlatıldıktan sonra yeniden doğal işsizlik oranlarına dönüş söz konusu olabilir.
Yukarıdaki tablonun en çarpıcı yanı genç işsizlik oranlarının (15 – 24 yaş arasındaki nüfusta işsizlik oranı) genel işsizlik oranlarına göre oldukça yüksek olmasıdır. Tabloya göre Güney Afrika ve Yunanistan’da her iki gençten birisi, Türkiye ve Fransa’da her dört gençten birisi işsiz durumda görünüyor.
İşsizliğin Artış Nedeni
İşsizliğin artışının birçok nedeni var kuşkusuz. Bunlar arasında en bilineni büyüme oranlarındaki gerilemeler. Bu bağlantıyı basit bir şemayla ortaya koyalım. Normal koşullarda ekonomik ilişkiler bağlantısı şöyle yürüyor:
Küresel kriz sonrasında bütün dünyada talep düştü. Bunun nedeni insanların gelecek kaygısına kapılmasıydı. Talep düşüşü yatırımlarda düşüşe neden oldu. Çünkü hiçbir yatırımcı talep olmayan malı üretmek için yatırım yapmaz. Bu gelişmenin sonucunda birçok mal ve hizmetin üretimi düştü ve sonuçta büyüme oranları geriledi. Büyümeyen hatta duraklamaya ve küçülmeye başlayan işyerleri istihdamı artırmak bir yana azaltmaya yöneldiler. Bunun sonucu olarak da işsizlikte artış ortaya çıktı.
Buna karşılık nüfus artışında uzun yıllardır fazlaca bir değişiklik yaşanmadı. Dünya Bankası’nın hesaplamalarına göre 1961’de dünya nüfusunun artış hızı ortalama yüzde 1,3 iken 2015 yılında bu oran yüzde 1,2 oldu.
Bir yandan nüfus artmaya devam ederken bir yandan büyüme düşünce istihdamda gerileme olması yani işsizlik oranlarının artması da kaçınılmaz oluyor.
Buna göre küresel kriz sonrasında yukarıdaki döngü şöyle bir görünüm aldı:
Döngüyü Tersine Çevirebilmek İçin
Kısır döngüye dönüşen bu döngüyü yeniden verimli döngü haline çevirebilmek için yatırımları artırmak gerekiyor. Bunun da yolu talebi artırmak. Talebi artırabilmenin bilinen iki yolu var: (1) Geleceğe ilişkin belirsizlikleri gidermek, riskleri düşürmek, (2) Keynesyen politikalar izleyip piyasada parasal ve mali gevşeme yaratmak. Aslında bu ikinci yol bir anlamda ilkinin de oluşmasına başlangıç oluşturan bir yol. ABD’de Fed’in uygulamasıyla başlayan ardından İngiltere Merkez Bankası’nca uygulamaya konulan sonra da sırasıyla Avrupa Merkez Bankası ve Japon Merkez Bankası’nın izlediği parasal gevşeme (quantitative easing) bu ikinci yolun para politikası aracılığıyla işletilmiş şekliydi. Bu politikaya bazı ülkeler, vergi indirimleri, harcama teşvikleri gibi mali politika önlemleriyle destek verdiler.
Bu çabaların sonucunda ABD ve İngiltere büyük ölçüde büyümeye dönüş ve işsizliği azaltma başarısını yakalamış bulunuyorlar. Euro Bölgesi de benzer bir başarıya doğru ilerliyor. Japonya henüz tam olarak bu başarıyı yakalayabileceğine ilişkin bir işaret ortaya koymuş görünmüyor.
Türkiye, bu uygulamaya bu yılın başlarında girdi. Merkez Bankası para politikasını, ABD, İngiltere, Avrupa veya Japonya’da olduğu gibi gevşetemedi çünkü Türkiye’de enflasyon bu ülkelerle karşılaştırılamayacak kadar yüksek bir düzeyde bulunuyor. Para politikasını gevşetmek, enflasyonu daha da artıracak bir sonuç yaratabilir. Buna karşılık Türkiye’de bütçe açıkları, bu sayılan ülkelerin bütçe açıklarına göre düşük bir düzeyde görünüyor. O nedenle Türkiye, kredileri teşvik ederek, kamu harcamalarını artırarak, vergi indirimleri yaparak daha çok maliye politikası ağırlıklı bir uygulama yürüterek bu kervana katılmayı seçti.
Asıl Mesele Nüfus Artışında
Dünya Nüfus Enstitüsü’ne göre 1900 yılında 1,5 milyar olan dünya nüfusu bugün 7.493 milyona yükselmiş bulunuyor. Bu sayı her yıl 80 milyon kişi artıyor ve eğer bugünkü eğilimler sürerse 2050 yılında dünya nüfusu 9,2 milyara yükselecek.
İktisatçı ve siyasetçilerin büyük çoğunluğu yukarıda sunduğum basit ekonomik ilişkiler şemasındaki kilit noktayı talep artışı ve yatırım artışı gibi takdim ederler. Çünkü istihdamı sağlayacak olan bunların yaratacağı büyümedir. Oysa bu şemaya biraz daha dikkatle bakılacak olursa buradaki kilit noktanın nüfus artışı olduğu fark edilebilir. Eğer nüfus artışı düşürülebilirse o zaman bütün ilişkiler ona göre şekil alacak demektir. Bu kadar yatırıma, bu kadar hızlı büyümeye, bu kadar üretim artışına ve dolayısıyla bu kadar istihdam yaratmaya gerek kalmayacak.
Büyüme, bir yandan birçok sorunu çözerek yaşam kalitesini artırır görünürken bir yandan da çevreyi bozarak yaşam kalitesini düşürücü etki yaratan bir olgudur.