Mahfi Eğilmez – 10.08.2015
1961 Anayasasıyla planlı kalkınmayı bir model olarak benimsediğimizde seçtiğimiz öncü sektör imalat sanayi idi. Bu seçim doğruydu, çünkü Türkiye’nin gelişmiş ekonomilere yetişebilmesi için üretimde kullanılacak makine, alet ve teçhizatı üretmesi gerekiyordu. Ya söz konusu makine, alet ve teçhizatı ithal ederek onlarla üretim yapacaktık ya da o makine, alet ve teçhizatı da burada üreterek iki aşamalı büyüme etkisi yaratacaktık. Türkiye, ikinci yolu seçmişti. O zamanın sloganı ‘kalkınmamızın lokomotifi imalat sanayi olacaktır’ biçimindeydi.
Türkiye, 1980’lerde Özal ile birlikte, dünyada yavaş yavaş egemen olmaya başlayan başka bir öncü sektör seçme modasına kapıldı: İnşaat sektörü. Çok daha az yatırım gerektiren, çok daha kolaylıkla teknolojiye adapte olabilen, hemen sonuç verebilen ve büyümeyi derhal sıçratan bir sektördü inşaat sektörü. Her bir apartman dairesinde yaklaşık 150 sanayi ürünü kullanılıyordu (çimento, demir, kum, boya, cam, pencere, kapı, fayans, parke, lavabo, musluk, elektrik teçhizatı vb.) Dolayısıyla bir daire inşa ederken bu kadar sanayi ürünü üretimine yol açılıyordu. Oysa imalat sanayi, sonuçta üretimde kullanılacak bir ürün (örneğin bir torna tezgâhı) üretiyordu. İlk görünüm böyleydi ve bu ilk görünüm siyasetçinin gözlerini kamaştırıyordu. Çok daha basit, çok daha kolay bir yoldan giderek ekonomi canlandırılmış ve büyüme sağlanmış olacaktı. Ama önce üretilen konutlara talep yaratmak gerekiyordu. Bunun için de devlet teşvikleri, destekleri devreye girmeliydi. Özal, bu sektörü devlet teşvikiyle canlandırabilmek için Toplu Konut İdaresini kurdu. Modern bütçe yaklaşımının temel ilkelerinden olan ‘adem – i tahsis’ (devletin gelirlerinin belirli giderlere tahsis edilememesi) ilkesinin çiğnenmesine aldırış edilmeksizin, devletin vergi ve benzeri adlarla aldığı gelirlerin bir bölümü kurulan fon kanalıyla bu idareye aktarılmaya başlandı.
Ne var ki bu ilk görünüm bir illüzyondan ibaretti. İnşaatı yaptığınızda fiziksel üretim büyümüş olur, hepsi o. Oysa imalat sanayisine dayalı bir büyüme modeli uyguluyor olsaydık her üretim bir başka üretimin alt yapısını oluşturacaktı. Örneğin torna tezgâhı üreten bir fabrika düşünelim. Bu fabrika bir torna tezgâhı ürettiğinde büyümeye katkı yapmış olacaktı. O torna tezgâhını satın alan işletme o tezgâhta otomobilin bir parçasını ürettiğinde o da büyümeye katkı yapmış olacaktı. Otomobil parçasını alıp yerine takan firma da büyümeye katkı yapmış olacaktı. İnşaat sektörü ilk üretimden sonra büyümeye çok kısıtlı katkı yapar. Oysa imalat sanayi büyümeye çok seferlik katkı yapan bir sektördür. Hatta inşaatta kullanılan birçok ürün de o imalat sanayisinde yapılan tezgâhlar aracılığıyla üretilir.
İmalat sanayisi sofistike emek isterken inşaat sektörü düz emekle işi yürütebiliyordu. Bu da inşaat sektörünün çekiciliğini artıran bir başka faktördü. Ülkenin önde gelen sanayicileri zaman içinde bütün bu çekiciliklerin etkisinde kalarak inşaatçı olmaya başladılar.
Başlangıçta hızlı büyüyen Türkiye, bir yandan AB ile müzakereye başlamanın verdiği itici güç bir yandan da reel faizin de yüksekliğinin yarattığı ortamla yabancı fonları çekiyor, TL yabancı paralar karşısında güçlü durumda kalabiliyordu. TL’nin gücü enflasyonun ve dolayısıyla faizlerin düşmesine yol açıyor, bankalar uzun vadeli ve düşük faizli konut kredisi vererek inşaata olan talebi artırıyorlardı.
Küresel konjonktürün yükseldiği, likiditenin bol ve akışkan olduğu ortamda bu gidiş son derece normaldi. Sonra birden küresel kriz patladı. Çeşitli nedenleri var krizin. Ama en önemli nedenlerinden birisi de gelişmiş ekonomilerdeki konut balonuydu. Derken bize gelen yabancı para miktarı azalmaya başladı. Bunun ilk etkisi TL’nin değer kaybında ortaya çıktı. Bu gelişme, imalat sanayisini geliştiremediği için sermaye malı ithalatının yüksek olduğu Türkiye’de, ithal malı maliyetlerini ve dolayısıyla enflasyonu artırmaya başladı. Bunu faizlerdeki artış izledi. Artık bankalar eskisi kadar kolay ve ucuz kredi veremiyorlar.
Konuta talep hala oldukça yüksek bir düzeyde görünüyor. Bu, kimseyi şaşırtmasın. Çünkü bugün Türkiye’de konut ve dolar dışında yatırım yapılabilecek alan yok. Mevduatın reel faizi sıfıra yakın, altın, dolar artarsa yükseliyor, borsa inişte. Bu durumda paranın değerini korumak için geriye kalıyor gayrimenkul ve dolar. İnsanlar da onlara yöneliyor. Bunun sonsuza kadar sürmesi mümkün değil. Hiçbir yerde sürmedi. Onun için bugün konutta yaşanan şaşırtıcı talebe karşın inşaata dayalı büyüme modelinin sonuna geliyoruz. Tıpkı aynı politikayı izlemiş olan ve 1997’de krize giren uzakdoğu ülkeleri gibi, yakın dönemde krize giren ABD, İspanya ve İngiltere gibi.
Görünümüne aldanıp da inşaat sektörünü lokomotif sektör yaparsanız yokuşa gelince lokomotifin treni çekemediğini, trenin lokomotifi geri çekmeye başladığını görebilirsiniz.