“Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) Türkiye misyonu başkanı Jim Walsh, Türkiye’nin 1 Ocak’ta yapacağı asgari ücret artışında, geçen yıl olduğu gibi enflasyonun ciddi şekilde yükselmesine yol açacak bir artış yapmaması gerektiğini ve en yoksul kesime destek önlemlerine odaklanması gerektiğini söyledi.”
Yukarıdaki ibare, her senenin son çeyreğinde ülkemizde tartışmaya açılan ancak bu sene çok daha önemli bir polemiği de beraberinde getiren asgari maaşa yılbaşında gelecek zamma bir çeşit dikte hatta angajman niteliğinde… Sebebi de gayet açık; Ortodoks ekonomi politikalarının özellikle yüksek enflasyonla mücadele eden ve yine IMF tanımlamasına göre Türkiye gibi gelişen ülkelere önerilen gelirler politikasındaki ücretleri baskılama yoluyla enflasyonun düşürüleceğine olan inanç… İnanç, kelimesini kullanmayı tercih ettim zira teoriler uygulamada bir takım kronik sorunlar ortaya çıkarırsa ve varsayımlar geçerli olmazsa bir bilimsel tarif olmaktan çıkarak, iyi niyet manzumelerine dönüşür zamanla…
Tıpkı IMF’in daha önce önemli bir laboratuvar olarak kullandığı Arjantin ekonomisinde olduğu gibi ücretleri baskılayarak, genel bir ekonomik refah seviyesi yakalanamadığı gibi bilakis bu tarz zengin dostu politikalar daha ziyade bireylerin zamanla ülke ekonomisine duydukları güveni zedeleyerek, sosyoekonomik açmazlara yol açıyor.
Ülkede sözünü ettiğim sosyoekonomik açmaz o denli derinleşmiştir ki devleti asgari düzeye indirip serbest piyasanın kontrolü ele geçirmesine izin vermeye yemin etmiş, hatta insan organlarının satışına izin vermeyi bile kamuoyuna açıklayan ve merkez bankasını kapatıp, peso yerine dolar kullanacağını vaat eden Javier Milei, seçim kazanmıştır.
Milei, iktidara geldikten sonra elbette bu marjinal vaatlerini yerine getiremedi ancak IMF’e olan ödenmemiş 41,4 milyar dolarla (23 Ekim itibariyle) halen en borçlu ülke olan Arjantin, eylül ayında yıllık yüzde 209 enflasyon ve resesyonla yaşam mücadelesi veriyor.
Ülkede ardı arkası kesilmeyen IMF programlarıyla beraber gelinen noktada Arjantinliler, 2024 yılı için finansal sistemlerinin dışında tahmini 277 milyar dolar ( dünya çapında dolaşımda olan tüm fiziksel dolarların yüzde 10’u kadar dolar) tutuyorlar ve bu da ülkenin yıllık ekonomik çıktısının neredeyse yarısına denk geliyor. Bu miktar, göklere çıkan kronik enflasyon, sıkı para birimi kontrolleri, ani vergi ve banka politikası değişiklikleri ile oluşan güvensizlik ortamında 20 yılda tam üç kat artış kaydetmiş.
Nereden çıktı şimdi bu Arjantin? Bize ne hem bizim derdimiz bize yeter diyebilirsiniz…
Öyleyse gelelim ülkemize ve meşhur akademisyenlerimizin bazılarının ücret artışları fazla olursa enflasyon yeniden artar. Hatta kötülüklerin anası enflasyonun atası sabit ücretlerin artışı kaynaklı tüketimdir diyenlere…
Türkiye’de yapılan ekonometrik araştırmaların önemli bölümü kronikleşmiş enflasyonun nedeni olarak döviz kurunun enflasyona geçişkenliğini ki bu durum süreklilik arz ederse de beklenti kanalıyla önce geçişkenliğin ardından da enflasyon beklentilerinin artarak, fiyatlama davranışlarında bozulma yarattığını göstermiştir.
O halde yüksek enflasyonist süreçten ötürü gelir dağılımının iyice bozulduğu ülkemizde sizce asgari maaşlı ya da emeklinin alacağı zam mı? Yoksa gelirden zaten ziyadesiyle pay almış kesimin talebinin karşısında ve lüksünde fiyatlarını aylık olarak arttırabilen bir hizmet kesimi mi talep enflasyonuna yol açar?
Bu sorunun cevabını gündelik hayatınızdan bildiğinizin farkındayım ancak bir de eylül ayı mal ve hizmet grubu enflasyonu üzerinden bakılacak olursa;
Grafiklerden görüleceği üzere 12 aylık ortalamalara göre mal enflasyonunda manşet enflasyonun görece altına inmiş bir tablo varken; hizmet tarafında ise bilhassa barınma ve ulaştırma gibi temel ihtiyaçlarda manşetin çok üzerine çıkmış bir eğilim hakim.
Öyleyse IMF’in dikte etmeye çalıştığı gelirler politikasının ülkemiz gelir dağılımı ve asgari maaşa yakınsamış genel ücretlerden ötürü rasyonel bir pratiği mevcut değildir.
Sanayi kesiminin içinde bulunduğu duruma geçtiğimiz hafta merkez bankası kararı eşliğinde değinmiştim. Bazı sektörlerimizdeki düşük verimlilik ne yazık ki ücretleri girdi maliyetleri içerisinde önemli bir yere koymaktadır. Verimlilik artışını ise her daim ağzımıza pelesenk etmiş olmakla beraber şu yüksek enflasyon ve faiz ortamında gerçekleşmesi olası bir durum olarak görmüyorum. Bu tarz zorluğu bulunan emek yoğun üretim kesimine özel, geçici teşvikler ve gelir vergi diliminin ayarlanması gibi hususların devreye girmesi bu bakımdan önemlidir. Geçici olması önemlidir zira devletin ilanihaye bu tarz verimliliği düşük firmalara teşvik yoluyla hazine kaynaklarını harcaması sürdürülebilir değildir.
Özetle ben ekonomi yönetiminin IMF’in Arjantin örneğinde olduğu gibi başarısız ve günümüz ekopolitiğinde kendisine rasyonel bir zemin bulamayan politikaları yerine, ülkemiz gelir dağılımındaki bozukluğu ve sabit ücretlilerin yüksek enflasyondan kaynaklı refah kaybını giderecek ölçüde bir sosyal devlet anlayışı ile politikalar üretmesini temenni ederim. Bu durum bütçe açısından geçici bir takım sakıncalar barındırsa da sosyoekonomik olarak sağlıklı olacaktır.