Mahfi Eğilmez – 18.11.2017
İçgüdü; psikoloji biliminde, hayvanları, akıl, düşünce ya da bilinç dışında, kendilerine yararlı ya da gerekli birtakım eylemlere yönelten doğal duygu olarak tanımlanıyor. Felsefe açısından bakarsak; içgüdüler, bir hayvan türünün bütün bireylerine kalıtım yoluyla geçen ve yaşamın korunmasına dönük bilinçsiz eylem ve davranışların tümü biçiminde ifade ediliyor.
İçgüdülere örnek olarak beslenmek için yemek yemek, neslini sürdürmek, tehlikeden korunmak gibi özellikler içgüdülerdir. Bütün hayvanlarda içgüdüler vardır. Bir tehlike hissettiğinde ya kaçar ya da savunma durumuna geçer, beslenmek için yiyecek arar, belirli bir ergenliğe ulaşınca neslini sürdürmenin yollarını araştırır. Bir kurt yavrusu doğduğunda annesinin memesini emer, bir örümcek avlanmak için ağ örer, bunları kimsenin öğretmesine gerek yoktur. Yaşama başladığında bu içgüdüler otomatik olarak ortaya çıkar.
Kültür, sonradan öğrenilen nitelikleri ifade eder. Mesela alet kullanmak doğuştan gelen bir bilgi değildir. Elektrikten anlamak veya hukuk bilmek ya da bir müzik aleti çalmak kültürün katkılarıdır.
Günümüz psikoloji ve sosyoloji yaklaşımlarının genel kabulü modern insanda içgüdü olmadığı şeklindedir. İlkel insanda içgüdüler olsa da modern insanda artık içgüdülerin yerini zekâyla ilgili estetik davranışlar almıştır. Sigmund Freud’un yaklaşımı içgüdülerin tümüyle kaybolmadığı ama bastırıldığı yönündedir. Freud, insan davranışlarını yönlendiren zihnin üç farklı etki altında kaldığını öne sürer: İd, ego ve süper ego. Freud, kabaca içgüdüyü ‘id’ olarak adlandırır. Freud’a göre id insanda kalmış olan içgüdülerin izleridir. İd, insanın tıpkı bir hayvan gibi mantıksız, bencil ve zevk peşinde koşan parçasıdır. Ego; id olarak tanımlanan ilkel dürtüleri, manevi idealleri, tabuları dengelemek için id, süper ego ve dış dünya arasında aracılık eder. Süper ego; sosyal yaşamın yarattığı etkilerle biçimlenen insan vicdanını temsil eder. Süper ego, içgüdüleri kapsayan idi bastıran yapıdır.
Bu analiz insan ile hayvanın nerede ayrıldığını da ortaya koyar. İnsanda da içgüdüler vardır ama insan o içgüdüleri bastırır.
İçgüdüler, insandan insana, bulunulan topluma, yaşanılan zamana göre değişmez. Buna karşılık insanın süper egosunu biçimlendiren kültür, insanlara, toplumlara, zamana ve koşullara göre değişim gösterir. Konuya Freudyen açıdan bakarsak id, hemen her insanda aşağı yukarı aynıdır, buna karşılık özellikle ego ve süper ego toplumsal adetlere, geleneklere, kültür farklılıklarına göre değişiklik gösterir.
Klasik ekonomi teorisi, insanların çıkarlarının peşinde koştuğunu ve bunun toplum için en iyi şey olduğunu savunur. Neoklasik ekonomi teorisi bu yaklaşımı daha parlak bir biçime sokar. Herkes kendi çıkarının peşinde koşarsa yani tüketici, tüketeceği malları en yüksek tatmini sağlayacak biçimde talep eder tüketirse, üretici de üreteceği malları en yüksek kârı elde edecek biçimde üretirse en yüksek tatmin ile en yüksek kârın birleştiği yerde toplumsal refah en üst düzeye çıkar. Adama Smith ile başlayıp Alfred Marshall ve Leon Walras ile doruk noktasında dengeye ulaşan ve günümüz ekonomi teorisinin belkemiğini oluşturan neoklasik ekonomi yaklaşımı kabaca budur. Neoklasik ekonomi yaklaşımını çok basit bir biçimde ‘içgüdüsel ekonomi yaklaşımı’ olarak tanımlamamız mümkündür. Çünkü insanların başkalarını hiçe sayıp kendi çıkarlarını en üst düzeyde tatmin etmeye çalışması, firmaların da birbirini ezerek kârlarını maksimum düzeye çıkaracak bir üretim planlaması yapmaları, başkaları aç gezerken marjinal fayda, marjinal maliyet analizleri peşinde koşması aslında insanın hayvansal güdülerinin dışavurumundan başka bir şey değildir. Böyle bir yaklaşımın güçlü olan aslanların avlanan hayvanın neredeyse tümünü yemesi ve kalanların onların artıklarını yalamasından pek bir farkı yoktur. Bu durumda yaşadığımız dünyadaki ekonomik ilişkileri açıklamakta kullandığımız geçerli ekonomi teorisi büyük ölçüde Freud’un id olarak adlandırdığı içgüdüsel altyapıyı esas almış görünüyor.
Çevreyi korumak için önlemler almak, gelir dağılımını araştırmak, gelir dağılımındaki bozuklukları gidermek için neler yapılabileceği üzerinde düşünce üretmek, yeterli geliri olmayanlara toplanan vergilerden pay vermek konuyu içgüdülerden çıkarıp daha sofistike bir noktaya, Freud’un süper ego ile bastırma tanımına uygun bir yere taşır. Hukukun üstünlüğü ve herkese eşit biçimde uygulanışı, kadınların erkeklerle eşit konuma getirilmesi, eğitimde fırsat eşitliği, asgari ücret uygulamalarıyla emeğin kollanması gibi yaklaşımlar birçok alanda olduğu gibi ekonomide de farklılık yaratır. Ve bu farklılıklar ekonomideki içgüdüsel yaklaşımları törpüler.
Önce 1800’lerin sonlarında yaşanan Uzun Depresyon sonra da 1930’ların Büyük Depresyonu ve ardından gelen Keynesyen teori, klasik ekonomi yaklaşımının her şeyin eninde sonunda kendiliğinden ideal dengelere ulaşacağı yaklaşımının yanlış olduğunu gösterdi. Günümüzde ortaya atılan ekonomi yaklaşımları (davranışsal ekonomi, post otistik ekonomi vd) neoklasik teorinin insanların rasyonel olduğu, tüketici ve üreticilerin kararlarını marjlarda aldıkları, çıkarlarını maksimize etmeye çalıştıkları ve bu davranışların bütün toplumun refahını artıracağı biçimindeki varsayımlarının doğru olmadığını gösteriyor. Neoklasik teori, ilkel insanın içgüdüsel davranışlarını tanımlasa da modern insanın davranışlarını tam olarak açıklayamıyor. Bu parça parça teoriler ve hipotezler henüz yeni bir ekonomi yaklaşımının çerçevesini tam olarak oluşturabilmiş değil. Ama bunun da bir süre sonra ortaya çıkacağını görebiliyoruz.
Ekonomi bilimi, ortaya çıkışının üzerinden çok az bir süre geçmiş olmasına karşın, sanırım en fazla teori, hipotez, yaklaşım barındıran bilim dallarının başında geliyor. Konu insan olunca ve dünyanın her tarafında birbirinden farklı gelenekler, adetler söz konusu olunca bu durumu normal kabul etmek gerekiyor. Bu kadar farklılık ortasında genelleme yapmak ve ortak teoriler yaratmak o kadar kolay olmuyor.