Mahfi Eğilmez – 22.07.2016
İster istemez iç gelişmelere odaklandığımız bugünlerde dünyada neler olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Özellikle son dönemde olayların akışı öylesine hızlandı ki bir başka tarafa odaklanınca öteki tarafta neler olduğunu kaçırıyoruz.
ABD ekonomisi, krize ilk giren ekonomiydi. Başlangıçta oldukça sıkıntı çekmiş olsa da aldığı hızlı önlemlerle toparlanmaya başladı. Önlemler geçmişte görülmediği kadar büyük ve yaygın olmasına, Fed’in bilançosu neredeyse 5 kat artmış olmasına karşın ABD ekonomisi henüz tam olarak krizden çıkmış gibi görünmüyor. Bunun birçok nedeni var. Her şeyden önce ekonomi likidite tuzağı denilen olguya benzer bir durumu yaşıyor. İnsanlar, enflasyonun ve faizlerin çok düşük olduğu bir ortamda harcama yapmak için acele etmiyorlar. Öyle olunca ekonomi tam olarak canlanamıyor, enflasyon artmıyor. ABD ekonomisi, bir ara yüzde 9’un üzerine çıkan işsizlik oranını yüzde 5’in altına çekmeyi başarmış, bir ara küçülmeye dönmüş ekonomiyi yeniden yüzde 2 dolayında bir büyüme rayına oturtmuş görünse de sağlıklı bir toparlanmanın görünümünü henüz veremiyor. Mayıs ayında yüzde 4,7’ye kadar gerilemiş olan işsizlik oranı Haziran’da yeniden yüzde 4,9’a geldi. 2016 yılı için yüzde 2’nin üzerinde tahmin edilen büyüme oranı yüzde 1,8’e düşürüldü. Yılbaşında 1,6 – 1,8 arasında tahmin edilen 2016 yılı enflasyon oranı yüzde 1,4’e düşürüldü. Bütün bu değişiklikler beklentilerin bozulduğunu ve ekonominin tahmin edilen hızla toparlanamayacağını ortaya koyuyor. Bu değişimin bir sonucu olarak da yılın başlarında Fed’in faizi yıl içinde 3 – 4 kez artırması biçiminde ortaya konan beklentiler tümüyle değişti. Şimdiki beklenti Fed’in bu yıl hiç faiz artışı yapmayacağı ve hatta 2017 yılının ilk çeyreğinde de yapmayabileceği biçimine dönüştü.
Özetle söylemek gerekirse ABD ekonomisi krizin ilk dönemine göre iyi ama kriz öncesi durumundan henüz oldukça uzak bir görünüm sergiliyor. Ve daha iyiye gitmek için küresel sistemin, başta Avrupa ve Çin olmak üzere, öteki parçalarından toparlanma beklemek durumunda görünüyor.
Euro bölgesi, krize ikinci giren ekonomi oldu. Bölgedeki ülkelerden bazısı krizden çok sert biçimde etkilenirken (Yunanistan, Güney Kıbrıs) bazıları orta derecede (İtalya, İspanya, Portekiz) bazısı daha az etkilendi (Avusturya, Hollanda, Finlandiya, Almanya.) Euro bölgesi de krize girdikten bir süre sonra ABD’nin uyguladığına benzer gevşeme politikaları uygulamaya başladı. Bu uygulamalar (parasal gevşeme, eksi faiz uygulaması) halen devam ediyor. Bununla birlikte Euro bölgesinde henüz ABD ekonomisinde olduğu kadar bir toparlanma görülmüş değil. Beklentiler de yılbaşındaki tahminlere göre daha yavaş bir toparlanma içinde olunduğunu ortaya koyuyor. Euro bölgesinin durumu bizim açımızdan özel bir önem taşıyor çünkü hem ihracatımızın önemli bir bölümü bu bölgeye yönelmiş durumda hem de bu bölgeden oldukça fazla turist Türkiye’ye geliyor ve döviz bırakıyor. Bölgenin en iyi durumdaki ekonomisi olarak karşımıza Almanya ile birlikte Avusturya çıkıyor. Krize girildiğinde karşılaştıkları bazı sorunları Avrupa Merkez Bankası’nın atacağı adımları beklemeden çözmeyi başardılar.
Euro bölgesi bugünkü görünümü itibariyle işsizliğin ortalama yüzde 10,1 ve kamu kesimi borç yükünün yüzde 90,8 ile Avrupa için alışılmadık derecede yüksek olduğu bir durumda bulunuyor. Bu alışılmadık yüksek işsizlik oranına en büyük katkı kuşkusuz Yunanistan ve İspanya’dan geliyor ama İtalya’da yüzde 11,5 ve Fransa’da yüzde 9,9 olan işsizlik oranları hiç de azımsanacak oranlar değil. Enflasyon oranının sıfıra yakın olması ekonomide talep yönlü bir canlanma olmadığının göstergesi olarak kabul ediliyor. Özetle söylemek gerekirse Euro bölgesi durgunluğun içinde bulunuyor ve buradan çıkması beklenenden uzun sürecek gibi görünüyor.
Çin ekonomisi de sıkıntı içinde. Gerçi beklendiği kadar vahim bir durum henüz ortaya çıkmamış olsa da Çin’de büyümenin yüzde 6 – 7 aralığına gerilemiş olması yeterince büyük bir sıkıntı. Birçok kez burada değindiğim gibi ‘büyüme ekonomide büyüleyici bir olgudur.’ Büyüme varken çoğu sorun göze batmaz ya da görmezden gelinir. Ama büyüme elden gittiği anda o sorunlar göze batmaya başlar. Çin’de de böyle oldu. Ekonomi yüzde 10 gibi oranlarda büyürken kimsenin aklına Çin’in özel kesim borçlarına bakmak gelmedi. Ne zaman ki büyüme düşmeye başladı işte o zaman dönüp ekonominin ayrıntılarına bakılır oldu. Ve o zaman anlaşıldı ki Çin’de gölge bankacılığın durumu işin yalnızca görünürdeki kısmıymış. Biraz eşeleyince görüldü ki bu sistemin yarattığı büyük bir borç yükü oluşmuş. İşte o zaman Çin’de sorunun sanıldığından büyük olduğu anlaşıldı. Yapılan son tahminler Çin’in bu yıl yüzde 6,6 dolayında büyüyebileceğini ortaya koyuyor. Bu durumun anlaşılmasıyla birlikte Çin’den son bir yılda rekor düzeyde sermaye çıkışı yaşandı. Sadece geçtiğimiz iki ay içinde 80 milyar dolar tutarında sermaye çıkışı oldu. Çin’deki sorunların büyük bir kriz yaratmadan atlatılması çok önemli görünüyor. Çünkü aksi takdirde bir kriz kısır döngüsüne girilmesi yani krizin dönüp ABD ekonomisini vurması ve tekrar başa dönülmesi olgusu ortaya çıkabilir. Bu durumda çözüm çok daha zorlaşır ve uzar.
Japonya 25 yıldır ekonomik kriz içinde bulunuyor. Zaman zaman çıkıyor gibi olsa da bir türlü krizden çıkamıyor. Tam anlamıyla bir likidite tuzağının içinde debelenip duruyor. Mali gevşeme yapıyor olmuyor, parasal gevşeme yapıyor sonuç alamıyor, eksi faiz deniyor işe yaramıyor. İnsanlar aldıkları parayı harcamaya dönüştürmüyor, bekliyor. Bu gibi durumlarda daha yaratıcı çözümler denemek gerekiyor sanırım. Harcamayı teşvike etmek için harcama yapanlara vergi iadesi uygulamasına gidilmesi düşünülebilir. Ya da tüketimi teşvik etmek için tasarrufa vergi uygulanması gibi ters çözümleri denemenin zamanı gelmiş olabilir. Aksi takdirde bu likidite tuzağından çıkmak mümkün olamayacak gibi duruyor.