Mahfi Eğilmez – 20.03.2015
II. Dünya Savaşı sürerken, 1944 yılında ABD’nin Bretton Woods kentinde Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı toplandı. Bu toplantıda savaş sonrasında dünya ekonomisinin alacağı düzen ve bunun nasıl koordine edileceği konuları görüşüldü. Bretton Woods toplantısının temel amacı, savaşın neredeyse durma noktasına getirdiği uluslararası ticareti canlandırmak için çıkış yollarını bulmaktı. Çünkü kapitalizmin temel kabulü uluslararası ticaretin refahı artıracağı kabulüdür. Bunu ilk kez bilimsel çerçevede formüle eden de karşılaştırmalı üstünlükler teorisini ortaya atan David Ricardo’dur.
Bretton Woods Konferansında iki görüş yarıştı. Birisi Keynes’in hazırladığı Birleşik Krallık görüşü öteki de ABD Hazine Bakan Yardımcısı White’ın hazırladığı ABD planıydı. Keynes’in planının White planından farkları belli başlı 3 noktada toplanabilir: (1) Keynes, IMF’nin üye ülke merkez bankalarının bağlı olduğu bir dünya merkez bankası şeklinde oluşturulmasını tasarlıyordu. (2) Keynes’e göre bir dünya rezervi yaratılmalıydı (adına bancor diyordu.) (3) Keynes’e göre uluslararası ticareti disipline edecek bir uluslararası ticaret örgütü kurulmalıydı.
Toplantılarda Keynes planı değil White planı kabul edildi. IMF, bugünkü şekliyle kuruldu, bancor diye bir rezerv yaratılmadı, uluslararası ticaret örgütü de kurulmadı, onun yerine GATT toplantıları düzenlendi.
Aradan yıllar geçti. 1970 yılında IMF, uluslararası likiditeyi artırabilmek için SDR (özel çekme hakları) adı altında bir rezerv yarattı. Keynes’in bancor önerisinin üzerinden çeyrek yüzyıl geçtikten sonra dediğine gelinmişti.
Aradan yine yıllar geçti. 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü (WTO) kuruldu. Keynes’in uluslararası ticaret örgütü önerisi yarım yüzyıl sonra hayata geçirilmiş oldu.
Buna karşılık IMF, hiçbir zaman merkez bankalarının üzerinde bir merkez bankası durumuna gelemedi.
Bana sorarsanız küresel kriz sonrasında o noktaya Fed geldi. Ki bu Keynes’in asla istemeyeceği bir şeydi. Çünkü Keynes, IMF üzerinde ABD’nin egemen olmasını istemiyordu. IMF’nin kendi önerdiği şekliyle tercihen Londra’da, eğer bu kabul görmezse New York’ta kurulmasını istiyordu. Washington D.C’de kurulursa Amerikan hazinesinin güdümüne gireceğinden endişe ediyordu. Çünkü IMF’de en büyük pay sahibi ABD olacaktı. Ve kuşkusuz Keynes biliyordu ki kapitalist sistemde parayı veren düdüğü çalar. Öyle de oldu. Uzun yıllar bağımsız kalmayı başaran IMF, küreselleşmeyle birlikte ABD’nin güdümüne girmeye başladı ve bu eğilim her geçen gün arttı. ABD, kota artırımlarında ayak sürümeye ve dolayısıyla para konusunda IMF’yi kendisine bağlamaya başladı. Bağlılık her geçen gün arttı. Görünürde IMF bağımsızdı ama en yüksek oya sahip olan ABD, IMF’yi istediği noktaya çeker olmuştu.
Zaman geçti. Eskiden IMF’den destek alan ülkeler artık piyasadan borçlanmaya ve IMF’ye gitmemeye başladılar. IMF’nin müdavimi olan Türkiye bile artık IMF kapısını çalmaz durumdaydı. Parayı vermeyen düdüğü çalamadığı için IMF eski gücünü kaybetmeye başladı. İşte tam bu noktada küresel kriz kürenin kapısını çaldı. Başlangıçta müthiş bir bocalama yaşandı. Öyle ya kapısı ilk çalınan, sistemin lideri durumunda olan ve parayı verdiği için düdüğü de çalacak olan ABD idi. Kriz, ABD’yi düdüğü elinden alınmış çocuk konumuna düşürdü.
Yine zaman geçti. Muhasebedeki ‘ilk giren ilk çıkar yöntemi’ küresel krizde de geçerli oluverdi. Ve krize ilk giren ABD ilk çıkan olma yolunda ilerlemeye başladı. ABD’nin krizden çıkma faaliyetleri arasında en çarpıcı olanı eskiden ‘karşılıksız para basma’ diye bildiğimiz olayın yeni bir ambalajla ‘niceliksel gevşeme’ adıyla piyasaya sürülmesiydi. Fed, tahvil alıp para vermeye girişti. İşte o gün bugündür Fed, dünyanın merkez bankası konumuna geldi.
Bugün kendi merkez bankasının ne iş yaptığını bilmeyen sokaktaki adam bile Fed başkanının kim olduğunu, şahin mi güvercin mi olduğunu, Fed’in faizi artırıp artırmayacağını, sabırlı kelimesinin para politikası kurulu kararı metinden çıkarılmasının ne anlama geleceğini biliyor.
Bugün birçok ülkenin merkez bankası bağımsız konuma sahip bulunuyor. Merkez bankalarının bağımsızlığı kavramını süslü püslü cümlelerle anlatmak mümkündür. Ama işin özüne bakarsak merkez bankalarına bağımsızlık verilmesinin altında yatan neden ‘siyasetçinin talimatıyla karşılıksız para basılmamasının sağlanmasından’ ibarettir.
Bugün merkez bankaları siyasetten bağımsız ama Fed’den bağımsız değil. Hepsi Fed’in atacağı adımın boyunu, yönünü, şeklini görmeye çabalıyor. Çünkü onlar da adımlarını ona göre atacaklar. Böylece Keynes’in son hayali oldukça farklı bir formatta da olsa gerçekleşmiş oldu. Keynes, IMF’nin böyle bir konumda olmasını hayal ediyordu. O gerçekleşmedi. Ama IMF giderek ABD Hazinesinin güdümüne girerken, Fed de Keynes’in hayalindeki Dünya Merkez Bankası konumuna çıktı. Aslında buna tam olarak Keynes’in hayali gerçekleşti demek doğru olmaz. Doğrusu Keynes’in korktuğu oldu demek. Çünkü Keynes’in hayalindeki bağımsız bir dünya merkez bankası kurulması yerine ABD Merkez Bankası Fed, dünya Merkez Bankası oldu.