Parasal Sıkılaştırma Derken Nereye Geldik?
Çok değil 6 – 7 ay öncesine kadar ABD Merkez Bankası’nın (Fed) 2019 yılında 2 kez mi yoksa 3 kez mi faiz artıracağını tartışıyorduk. Parasal sıkılaştırmanın ikinci parçası olarak bilanço küçültme programı çerçevesinde 2019 yılında piyasadan çekip sterilize edeceği miktarın 600 milyar dolar olacağı ve bu aynı miktarın 2020 yılında da çekileceği açıklanmıştı. Bütün bunların dış piyasalarda likidite daralması yaratacağı, ABD tahvillerine ilgi oluşturacağı ve önce tahvil fiyatlarının sonra da faizlerinin yükseleceği konuşuluyordu. Bu gelişmelerin gelişmekte olan ekonomilerin dış kaynaklara erişimini zorlaştırması ve borçlanma maliyetlerini de artırması bekleniyordu.
Dünya Ekonomik Forumunun Ocak ayının üçüncü haftasında düzenlediği Davos toplantısı öncesinde bu beklentilerde bazı tereddütler oluşmaya başladı. ABD – Çin ticaret savaşının giderek ciddi bir hal alması, Avrupa’nın beklenen toparlanmayı tam olarak sağlayamaması, belirli bazı iyileşmeler görülse de Japonya’nın 30 yıllık uykudan tam olarak uyanamaması, İngiltere’nin Brexit’i nasıl yürüteceği konusunun belirsizliği, tek tek bazı gelişmekte olan ülkelerin ekonomik durumunun bozulması gibi bazı etkenler bu tereddütlerin başlıca nedenleriydi. Bazı yorumcular ABD’nin resesyona girebileceği olasılığını dile getirir olmuşlardı. Davos toplantıları sırasında Dünya Ekonomik Forumunun dünyanın en büyük 800 şirketinin CEO’ları arasında yaptığı bir anketi yayınlaması birden kulaktan kulağa fısıldanan resesyon meselesini gün yüzüne çıkarıverdi. CEO’ların çoğu 2019’da Uzakdoğu’nun ve Avrupa’nın resesyon yaşayacağını, ABD’nin de resesyonla karşılaşabileceğini öngörüyordu. Bu anket sonrasında işler ciddiyet kazanmaya başladı. Çünkü 800 büyük şirketin CEO’sunun karamsar olması demek dünyanın en büyük şirketlerinin karar alıcı makamında oturan bu kişilerin kararlarını bu karamsar görüşler doğrultusunda alacak olması demekti. Bu durumda bu şirketler yeni yatırımlara girmeyecek, muhtemelen bazı üretim birimlerini, şubelerini kapatacak, çalışanlarının bir bölümünü işten çıkaracak ve o korktukları resesyona gidişi doğrudan kendileri tetiklemiş olacaklardı.
Davos’ta açıklanan bu anket sonrası birçok şey değişti. Resesyon bekleyenlerin sayısı hızla arttı. Bu beklenti, Fed yönetimini de etkiledi. Fed yönetiminde yer alan bazı üyeler Fed’in 2019’da bir defadan fazla faiz artırmasının doğru olmayacağını söylemeye başladılar. Zaman ilerledikçe 2019 yılında faiz artırmamak gerektiğini söyleyenler çıktı. O aralar Fed, faiz artırmama konusunda yavaş yavaş mesajlar vermenin yanı sıra bilanço küçültme programına 2020 yılında ara vereceğini, yani 2020 yılı için açıklanan 600 milyar dolarlık piyasadan para çekme hamlesini yapmayacağını açıkladı.
Son dönemlerde, özellikle ABD – Çin ticaret savaşının çözülmek bir yana tırmanması ve Avrupa’nın istenen çıkışı bir türlü yakalayamaması resesyon endişelerinin iyice artmasına yol açtı. Aslında ABD ekonomisinin temel verileri oldukça olumlu bir görünüm sunuyor. İşsizlik başvuruları gibi önemli ama ayrıntıdaki göstergeleri bir yana koyar da işsizlik oranı (yüzde 3,6), büyüme oranı (yüzde 2,5), enflasyon oranı (yüzde 1,9), bütçe açığı (yüzde 4,3), cari açık (yüzde 2,3) gibi temel verilere bakarsak ABD ekonomisinde bir resesyon görünümü olmadığını görürüz. Buna karşılık dünyanın eskisi gibi mal ve hizmet ticareti dışında kendi içine kapalı parçalardan oluşmadığını, sermaye hareketlerinin serbest kalmasıyla krizlerin bir ekonomiden ötekine hızla bulaşabildiğini dikkate alırsak Çin’de ve/veya Avrupa’da ortaya çıkacak bir krizin ABD’yi etkilememesi düşünülemez. 2008’den beri süregelen küresel krizin insanlar ve özellikleri iş dünyası üzerinde yarattığı ürkeklik, çekingenlik, içine kapanma duygusunun ortaya çıkardığı olumsuz hava da dikkate alınırsa ABD’nin yeni bir resesyon dalgasından korkmasının nedeni kolayca anlaşılabilir.
Avrupa Merkez Bankası (AMB), geçen yılın son çeyreğinde Fed’in önceden yaptığı gibi faiz artırmanın ve parasal genişlemeye son vermenin ilk adımlarını atmaya başlamıştı. Buna karşılık Avrupa beklenen toparlanmayı bir türlü başaramadı. İzleyen aylarda AMB Başkanı Draghi, ortaya çıkan olumsuz gelişmeler karşısında parasal sıkılaştırma adımlarından vazgeçildiğini açıkladı. Draghi, son Fed toplantısından önce parasal genişleme ve faiz indirimlerinin uyguladıkları politikanın bir parçası olduğunu söyleyerek, AMB’nin, önümüzdeki dönemde faiz indirimine gitmesinin mümkün olduğunu açıkladı. Bu açıklamayla birlikte piyasalar AMB’nin Eylül ayında faiz indirimine gideceği beklentisine girdi. AMB’nin faizi halen sıfır. İndirim olursa AMB para vereceği bankalara üste faiz ödeyecek.
Bu hafta yapılan Fed toplantısından önümüzdeki dönemde faiz indirimine gidilebileceği yolunda net açıklamalar çıktı. Fed’in geçerli faiz oranı (Fed’s Fund Rate) yüzde 2,25 – 2,50 aralığında bulunsa da Fed faizi denildiğinde yüzde 2,50’lik üst limit anlaşılıyor.
Böylece ABD ve Avrupa’da parasal sıkılaştırma ve faiz artırımı olacağı beklentisiyle başladığımız yılın ortasında parasal gevşeme ve faiz indirimi beklentisine kadar gelmiş olduk.
Fed, ABD ekonomisindeki iyi görünüme karşın proaktif davranarak politika değişikliğine gidiyor. Bunun nedeni yukarıda değindiğimiz gibi Çin’de ve Avrupa’da resesyon eğilimlerinin ortaya çıkması ve bunun gerçekleşmesi halinde bu dalganın ABD ekonomisini de vuracak olması. Fed, bu hamlesiyle bir yandan ABD ekonomisini koruma altına almaya çalışırken bir yandan da dünyaya yeterli likidite bırakarak diğer ekonomilerde ortaya çıkabilecek olumsuzlukları önlemeye çalışıyor.
Fed’in parasal sıkılaştırmayı askıya alması, AMB’nin parasal genişlemeye devam edilebileceğini ve her ikisinin de 2019 yılı için faiz indirebileceklerini açıklamış olmaları özellikle borsalarda yeni bir ralliye yol açmış bulunuyor.
Bu Gelişmelerin Türkiye’ye Etkisi
Fed ve AMB’nin yeni bir faiz indirimi ve parasal gevşeme programına gireceklerine ilişkin gelişmeler, küresel sistemde beklentileri değiştirdi ve giderek yoğunlaşan olumsuz havayı da dağıttı. Özellikle Türkiye gibi dış kaynağa ihtiyaç duyan gelişmekte olan ülkeler için bu yeni durum olumlu bir hava yaratıyor. Likiditenin bollaşması, ABD ve Avrupa’da faizlerin düşmesi kaynakların yeniden yüksek faiz veren gelişmekte olan ekonomilere yönelmesine yol açıyor.
Bu, Türkiye için olumlu bir durum. Önümüzdeki bir yıllık sürede yaklaşık 177 milyar dolar tutarında dış yükümlülüğün vadesi geliyor. Bunların bir bölümü yenilenmesi nispeten kolay kalemler, bir kısmı ise maliyet artışlarından ve ülke riski artışlarından oldukça etkilenen kalemler. Fed ve AMB’nin kararlarının yarattığı olumlu hava bu yükümlülüklerin hem daha kolay hem de daha ucuza yenilenmesinin önünü açacak. Böylece Türkiye’ye döviz girişinde ortaya çıkacak artışlar kurların da düşmesini sağlayacak. Kurların düşmesi enflasyonun da düşüşünü hızlandıracak.
Türkiye’nin dış borçlarının ağırlığı Dolarla, döviz gelirlerinin ağırlığı Euro ile olduğu için Euro/Dolar paritesinin Euro lehine gelişmesi de Türkiye’nin lehine olur. Fed’in, AMB’ye göre öncelik alması bu gelişmeyi tetikleyecek gibi görünüyor.
Buna karşılık TL’nin dış değerinin yükselmesi ve ihracatımızın ağırlıklı merkezi olan Avrupa’da işlerin kötü gitmesi ihracatımızı olumsuz etkileyecek bir durum ortaya çıkarabilir.
Fed ve AMB’nin parasal uygulamalarındaki değişimin Türkiye’ye yönelik olumlu etkileri, olumsuz etkilerine göre daha fazla.
Özetle söylemek gerekirse dış kaynak ihtiyacı olan gelişmekte olan ekonomiler için işler kötüye giderken Fed imdada yetişmiş oldu.
Bu olumlu havayı bozmamak ve iyice lehimize çevirmek biraz da bizim elimizde.