Faiz, parasal ekonomiden de tek tanrılı dinlerden de çok daha önce ortaya çıktı.
Antik dünyada çiftçiler başta buğday, arpa olmak üzere ürettikleri tarımsal ürünlerin eşkıyalar ya da hükümdarlar tarafından el konulmasından bıkmış usanmışlardı. Bu ürünleri çuvallara koyup tapınaklara emanet etmeye başladılar. Mallarını, ihtiyaç oluncaya kadar tapınaklara emanet etmelerinin onlara iki önemli avantajı oluyordu: (1) Tapınaklar tanrıların evi olarak kabul edilip kutsal sayıldığı için kimse içeri zorla girip bu mallara el koyamıyordu. (2) Tapınaklarda görevli rahipler dönemin en iyi yetişmiş, okuma yazma ve ölçü, hesap bilen kişileri olduğu için tapınağa getirilen tahılları tartıyor, ölçüyor ve kayda geçiyorlardı. Böylece tapınağa teslim edilen malın aynen geri alınmasında hiçbir tartışmaya yer kalmıyordu.
Din görevlilerinin herhangi bir bedel talep etmeksizin korumaya aldıkları bu mallar tapınaklarda fazlaca yer işgal etmeye başlayınca zaman içinde bu koruma karşılığında bir bedel alınır oldu. Bir süre sonra henüz mahsul almamış olup da bu tahıllara bir süreliğine ihtiyacı olanlar bu tahılları kendi mahsullerini aldıklarında iade etmek kaydıyla ödünç istemeye başladılar. Başlangıçta sadece güvene dayalı ve bedelsiz yapılan bu ödünç verme işi sonraları tapınakların harcamalarına katkı sağlaması amacıyla belirli bir bedel alınarak yapılmaya başlandı. Mesela bir çiftçi tarafından o dönemde ihtiyaç fazlası olduğu için tapınağa 6 aylığına 5 mina buğday karşılığı koruma bedeliyle emanet bırakılmış 100 mina (yaklaşık 50 kg) buğdayı din görevlileri ihtiyacı olana 6 ay süreyle emanet olarak veriyor ve 6 ay sonra geri getirdiğinde 120 mina (60 kg) olarak vermesi isteniyordu. Bütün bu işlemler tapınaktaki din görevlileri tarafından ayrıntılı biçimde kayıt altına alınıyor ve herhangi bir karışıklığa yol açılmadan yürütülüyordu. Kolayca anlaşılacağı gibi muhafaza bedeli olarak alınan 5 mina hariç ödünç alınan ile geri ödenen arasındaki 15 mina buğday (yüzde 15) bugünkü anlamda faizdi. Bugünkü parasal faizden tek farkı mal ile (ayni olarak) uygulanan faiz biçimindeydi. Böylece tapınaklar düşük bir bedelle korumaya aldıkları tahılları daha yüksek bir bedelle ödünç vermeye başlayınca yüzyıllarca, Anadolu ve Mezopotamya’da dinsel görevlerinin yanı sıra bankacılık işlerini yaparak, ihtiyaç sahiplerine faiz karşılığı borç veriyorlardı.
Tapınaklarda başlayan bu işlemlerin iyi kazanç getirdiğini gören bazı kişiler, korumalı silolar inşa ederek aynı hizmeti daha düşük bedelle vermeye başladılar. Bir başka deyişle tefecilik aslında yüksek faiz değil düşük faiz isteyerek başlamış ve sonra tersine dönmüş görünüyor.
Bir süre sonra çiftçilerin hepsi daha düşük muhafaza bedeliyle aynı hizmeti sunan tefecileri tercih etmeye başlayınca din görevlileri faizin iyi bir şey olmadığını ve yasaklanması gerektiğini dile getirdiler ve yasaklanması için hükümdarlara baskı yaptılar. Bu baskılar riskleri yükselttiği için tefecilerin faizleri artırmasıyla sonuçlandı ve başlangıçta faizi düşürerek piyasayı elde eden tefeciler yüksek faizle iş yapan kişilere dönüştü.
Tapınak rahipleriyle başlayan faize karşı yaklaşım tek tanrılı dinlerde güçlenerek devam etti. Sırasıyla Tevrat, İncil ve Kuran’da faizi yasaklayan, haram kılan hükümler yer aldı. Bu hükümler arasında önemli farklar bulunuyor. Mesela Tevrat’ta yer alan hüküm şöyledir: ” “Kardeşinize para, yiyecek ya da faiz getiren başka bir şey ödünç verdiğinizde, ondan faiz almayacaksınız. Yabancıdan faiz alabilirsiniz ama kardeşinizden almayacaksınız.” (Tevrat, Tesniye Bölümü, Bab: 23, âyet: 19-20). İncil`in konuyla ilgili hükmü şöyle: “Eğer kendilerinden almayı umut ettiğiniz kimselere ödünç verirseniz, ne mükâfatınız olur? … düşmanlarınızı sevin, onlara iyilik yapın ve herhangi bir umut beslemeyerek ödünç verin; bunun karşılığı büyük olacaktır.” (Luka İncili, Bab: 6, âyet: 34-35.) Kuran’da faiz (riba) konusuna dört yerde değiniliyor. Bunlardan birisi (belki de en önemlisi) şöyledir: “Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, ‘Alışveriş de faiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden vazgeçerse, artık önceden aldığı onun olur. Durumu da Allah’a kalmıştır. (Allah, onu affeder.) Kim tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara Sûresi, ayet: 275.)
Bu hükümlerden anlaşıldığı kadarıyla en katı kurallar Kuran’da yer alıyor. İncil’de faizin yasaklanışı oldukça dolaylı yoldan yapılmışken Tevrat’taki hükme göre yasak Yahudilerin birbirleriyle olan ödünç alıp verme işlemlerinde geçerli bulunuyor. Bir başka deyişle Yahudilerin başka dinlerden olanlara faizle ödünç vermesi veya onlardan faizle ödünç alması serbest görünüyor.
Dünya bankacılığında Yahudilerin bu kadar etkili olmasının ve dünyadaki önde gelen zenginler arasında çok sayıda Yahudi bulunmasının nedeni burada yatıyor.
Hristiyanlar başlangıçta faizli ödünç verme ve alma işlerinden uzak durup piyasayı Yahudilere kaptırmışken orta çağdan sonra İncil’deki hükmü daha esnek ve amaca göre yorumlayarak piyasada yer kazanmaya başladılar.
Osmanlı, faiz yasağını hile-i şeriyye uygulamalarıyla aşmayı denedi. Bu konuda en bilinen örnek İslam toplumlarında günümüzde de uygulanan istiğlal yöntemidir. İstiğlal yönteminde kredi almak isteyen kişi, örneğin arabasını kredi veren kuruluşa bir bedel karşılığı satar ve aynı gün bu arabayı o kuruluştan belirli bir kira ile kiralar. Üzerinde anlaşmaya vardıkları vade tamamlandığında arabayı sattığı bedel üzerinden geri alır ve işlem tamamlanmış olur. Müslümanlar, Kuran’daki katı hükümleri çok uzun süre sonra katılım bankacılığıyla esneterek uygulamışlar ama piyasada ağırlık kazanma fırsatını kaçırmışlardır.
Faizin şaşırtıcı öyküsü böyledir.