Bir devlet düşünün ki yaklaşık 1,4 milyar nüfusuyla dünyanın en kalabalık, 9,6 milyon km2 alanıyla dünyada en büyük 3. karasal alana sahip olsun. Üstelik bununla da sınırlı kalmayacak biçimde kapitalizmin nimetlerinden faydalanarak zaman içerisinde nominal gelire göre dünyada ikinci, satın alma gücü paritesine göre ise birinci sırada olma avantajını da eline geçirsin…
Batıya alternatif böylesine devasa bir gücün yönetim biçimi ise elbette odak noktası olacaktır. Hatta tartışma konularına bakılacak olursa genellikle Çin’in komünist partiyle yönetilen bir devlet kapitalizmine sahip olduğu noktasında birleşmektedir.
Giovanni Arrighi (ABD’de akademisyen İtalyan bir ekonomist ve sosyolog) ve Joel Andreas (Amerikalı sosyolog-yazar) bu iki yazar, Çin’in yönetim biçimi ve toplumsal bölüşümü noktasında eserler vererek kafa yormuş insanlardır ancak ikisinin görüşü Çin’in dünyaya yeniden sermaye bölüşümü noktasında bir umut mu yoksa risk mi olduğu konusunda ayrışmaktadır.
Yazarların görüşleri irdelendiğinde; Çin’in günümüz dünya düzeninde yeni iktisadi güç sahibi olarak yükselişine iki farklı perspektif ortaya çıkar: Arrighi, ekonomik büyümeye rağmen kapitalistlerin Çin devletini kontrol etmediklerini ve bunun, yükselen eşitsizlik ve sınıfsal kutuplaşmaya rağmen piyasa temelli kapitalist olmayan bir kalkınma olasılığı yarattığını iddia etmektedir. Andreas ise Çin’deki sermayenin şimdiden mülksüzleştirilmiş ve metalaşmış ücretli emekle yüz yüze geldiğini iddia etmektedir ve bu nedenle Çin’in zaten kapitalist olduğunu belirtmektedir.
Ancak bana göre Çin, artık bambaşka bir evreye girerek, teknolojik dönüşümü ve dahi ekonomisiyle ipleri elinde tutuyor! Batıda hala enflasyonla zorlu bir mücadele verilirken, Çin ekonomisi kan kaybediyor; İhracatı yıllık yüzde 15, ithalatı ise yüzde 12 azalan ülkede Kasım 2020’den bu yana ilk kez hem TÜFE hem de ÜFE aynı ayda yıllık bazda gerilemiş oldu.
Ülke deflasyona girdi ki bunun önemli nedenleri arasında konut piyasasında uzun süredir yaşanan sorunlar, ülkenin ihracat ürünlerine olan küresel talebin azalması ve tüketici harcamalarında yaşanan düşüş sayılabilir. Peki buradan küresel ekonomiye yönelik nasıl çıkarsamalar yapabiliriz?
Yardeni Research’ün bloğundaki bir yazıda Çin zaten bir durgunluk içinde olduğu için Çin’in ihracat fiyatları düşüyorsa, ABD’nin enflasyonu düşürmek için bir durgunluk yaşamasına gerek olmadığı, iki ülke arasında üretici ve tüketici enflasyonları arasındaki yüksek korelasyona atıf yaparak belirtiliyor. Yazı 8 Ağustos’ta yayınlanmış ve biz Cuma günü açıklanan ABD üretici fiyatlarının beklenenden daha fazla arttığına şahit olduk. Demek ki korelasyon o kadar da yüksek değilmiş.
Diğer taraftan Mart ayındaki bankacılık krizi, Moody’s’in son zamanlarda birkaç bölgesel bankanın notunu düşürmesi ve Fed’in yapmış olduğu son anketlerde kredi sıkılaşmasının da başlamış olduğuna dair emareler, ABD merkez bankasının artık faizleri arttırma konusunda isteksiz olacağı sonucunu doğurabilir doğurmasına ancak enflasyonda tehlike aşılmış değil ve büyük ölçüde emtia fiyatlarına bağlı.
Kaldı ki şu aşamada bile petrol, güçlü talep ve OPEC+’nın arz kısıntısıyla yukarı yönlü tahminlenmekte; bu durum Çin’in stoklarını ucuz Rus petrolü ile fazlasıyla doldurmuş olmasına karşın böyle… Avrupa’nın ise Rusya gazından sonra yeni bağımlılığı LNG, Asya ile rekabet etmesi sonucunu doğurarak, Avustralya’da yaşanan küçük bir grev olayından dahi etkilenebilmektedir. Hal böyleyken Çin’in deflasyonu bir anda ortalığı kırıp, dökecek bir agresif talebe dönüşebilir mi?
Yukarıda Çin’in devlet kapitalizmine atıfta bulunmamdaki erek, ülkenin yönetim biçiminin devasa bir teşvik paketi çıkarabilme gücüne de işaret etmekti. Böyle bir paketin yaratacağı agresif talep mi? Gerçekten aklımıza getirmesek daha iyi olur… En fazla ileriye giden ok, en çok geriye çekilmiş yaydan çıkar. (Çin Atasözü)
Yazının devamı için TIKLAYINIZ!