Mahfi Eğilmez – 08.09.2013
Türkiye’nin son on yılı birçok değişikliğe karşılık, bankacılık alanında yapılanlar dışında, yapısal reformlardan uzak durulmasıyla geçti gitti. Oysa bu dönemde elde edilen geçici gelirler yapısal reformları yapabilmek için hem maddi imkan hem de zaman kazandırmıştı. Ne yazık ki bu büyük fırsatı kullanamadık ve mevcut durumu parlak göstermeyi temel sorunları çözmeye tercih ettik.
Yapısal reform, bir sistemin daha verimli çalışabilmesi ve şoklara karşı daha dayanıklı hale getirilebilmesi için o sistemin yeniden yapılandırılması olarak tanımlanabilir. Ekonomi dışındaki alanlardan yapısal reforma ihtiyaç duyulanların bir bölümünü sıralayıp geçeyim: (1) Yargının, siyasetin etkisinden tümüyle uzaklaştırılarak tam anlamıyla bağımsız hale getirilmesi. (2) Eğitimin ezber yönteminden çıkarılarak analitik düşünme çerçevesine oturtulması. (3) Azınlıkta kalanların haklarını koruyan gerçek demokrasinin yerleştirilmesi. (4) Düşünce özgürlüğünün oturtulması. (5) Basın özgürlüğünün tümüyle geçerli kılınması. (6) İnsan haklarının yükseltilmesi. (7) Hayvan haklarının en üst düzeyde korunması. (8) Çevrenin korunması. (9) Sporda kalitenin artırılması. (10) Siyaseten temsilin en az oy hakkını da kapsayacak biçimde sağlanması. (11) Üniversitelerin gerçek anlamda bilimsel ve idari özerkliğe kavuşturulması. Bunlara daha pek çok ekleme yapılabilir.
Yapısal reformların bir bölümü yasal değişiklikleri, bir bölümü zihniyet ve yaklaşım değişikliklerini, bir bölümü ise hem yasal değişiklikleri hem de zihniyet ve yaklaşım değişikliklerini gerektiriyor. Konu çok yönlü olduğu için ben burada ekonomik yapısal reformları ele almakla yetineceğim.
Bağımsız olması gereken kurumlara (ki bunlar TCMB ve BDDK gibi kurumlardır) yasaların verdiğinin ötesinde gerçek anlamda bağımsızlıklarını tanımak şarttır. Bunun için yasa maddeleri yeterlidir. Konu zihniyet ve yaklaşım değişikliğini gerektiren bir adımdır. Bu adımı atmak siyasetten bağımsız uygulanması gereken para politikası ve diğer ekonomi politikalarının doğru uygulanmasına ve bilim dışı tartışmalardan kurtulmasına yol açacaktır.
Türk vergi sisteminde dolaylı vergilerin ağırlığını dolaysız vergilere kaydırmak gereklidir. Çünkü KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergiler adaletsizdir. Türkiye’de vergilerin yüzde 65’i dolaylı, yüzde 35’i dolaysız vergilerden oluşuyor. dolaylı vergilerde oran farklılaştırması yapılamadığı için zengin de fakir de aynı oranda vergi ödemektedir. Bu tür vergilerin ağırlıkta olması zaten bozuk olan gelir dağılımını daha da bozucu etki yapmaktadır. Gelir vergisi gibi dolaysız vergiler ise kazançları artan oranlı tarifeyle vergilendirilebildiği için zenginden daha yüksek, fakirden daha düşük oranla alınabilmektedir. Bu yapısal değişimi yapabilmek için yasal değişiklik yapılması gerekiyor.
Türkiye, 1990 ile 2002 arasında düşük cari açık (yüzde 0,9), yüksek bütçe açığı (yüzde 7,2) yöntemiyle, 2003 ile 2012 arasında ise düşük bütçe açığı (yüzde 3,2), yüksek cari açık (yüzde 5,2) yöntemiyle büyümüştür. Yani sistem iç ya da dış dengede açık vererek dış kaynaklara ulaşma ve onları kullanarak büyüme yöntemi üzerine kuruludur. Son on yılda bütçe açığının düşürülmesinde özelleştirme gibi, varlık barışı gibi, milli emlake ait arazilerin satışı gibi geçici gelirler çok etkili olmuştur. Ne var ki bunların sağladığı zaman ve kaynak imkânlarından yararlanıp bir gelir ve harcama reformu yapılarak bütçe disiplini kalıcı hale getirilememiştir. Bugün bütçe hala bu tür geçici gelirlerle ayakta tutulmaktadır. Bu konuda geleceğe dönük yapısal değişim için yasal düzenlemeler gerekmektedir. Vergilerle ilgili düzenlemelerin yanı sıra harcamaların denetim altına alınması da şarttır.
Geçici ve kısmi ithal ikamesi uygulamasına geçmek cari açıkta ve sanayileşmede çözüme yardımcı olabilir. Türkiye, sürekli olarak cari açık veriyor. İthalatının ağırlığı sermaye malı, ara malı ve hammaddeden oluştuğu, hammadde içinde ağırlığı petrol ve doğal gaz tuttuğu için büyüme eğilimin arttığı dönemlerde cari açık da artıyor. Özellikle enerji üretiminde kullanılan petrol ve doğalgaz gibi ürünlerin ithalatının kısılması büyümeyi olumsuz etkiliyor. Bu çerçevede cari açığı düşürebilmek için ilk ağızda bunlar dışında kalan ürünlerin ithal mallar yerine daha az ithalata dayalı olan içeride üretilecek mallarla ikame edilmesi düşünülebilir. Bunu yapabilmek için malların, sektörlerin ve üretici kuruluşların seçilerek geçici bir süreyle ve sürekli inceleme altında tutularak teşvik edilmesi yani geçici ve kısmi bir ithal ikamesi modelinin uygulamaya konması gerekiyor. Buna benzer adımların atıldığı, sanayi envanterinin çıkarıldığının söylenmesine, yeni teşvik sisteminin yürürlüğe konulduğunun açıklanmasına karşın bu alanda herhangi bir ilerleme sağlandığına ilişkin bir kanıt ortada yok. Demek ki bu çalışmalar ya yetersiz kaldı ya da amaca hizmet etmekten uzak bulunuyor. Bunların yeniden düzenlenmesi ve cari açığı düşürme amacına yönlendirilmesi gerekiyor. Bunun yolu Bakanlar Kurulu kararıyla bu hedefe dönük düzenlemeler yapmak ya da mevcut düzenlemeleri bu hedef doğrultusunda düzeltmek gerekiyor.
Türkiye, gerek yaşamak gerekse de büyümek için ihtiyaç duyduğu enerjiyi önemli oranda ithal etmek zorundadır. Bunun maliyeti oldukça yüksek düzeyde görünüyor. Bunu düşürebilmek için sahip olduğu doğal kaynakları (su, güneş ve rüzgâr gibi) enerji üretimine dönüştürmeye daha fazla çaba göstermesi gerekiyor. Bu konularda çalışma yapanları daha fazla teşvik etmek bu yolla enerji üretenlere destek olmak gerekiyor. Bunu yapabilmenin bir yolu mevzuat düzenlemelerinden, bir yolu da idari düzenlemelerden geçiyor. Nükleer enerji de çözüm yollarından birisi olmakla birlikte Türkiye bu konuda geç kalmış bulunuyor. Nükleer enerji aleyhinde artık öyle güçlü bir muhalefet var ki bunu aşıp da nükleer enerji santralı yapabilmek kolay değil. O halde elimizde enerjiyi elde etme yollarını mümkün mertebe dışa bağımlı olmaksızın çeşitlendirmeye çalışmak ve enerjiyi elden geldiğince tasarruflu kullanmak seçenekleri kalıyor.
İç tasarrufları artırmak şart. Türkiye’nin cari açık vermesindeki en önemli etkenlerden birisi iç tasarrufların yetersizliğidir. 2000’lere gelinceye kadar Türkiye’de iç tasarrufların GSYH’ya oranı yüzde 20, yatırımların GSYH’ya oranı ise yüzde 22 dolayındaydı ve dolayısıyla cari açık yüzde 2 – 3 dolayında kalıyordu. Bu da Türkiye’ye yüzde 4,9 dolayında yıllık büyüme ortalaması getiriyordu. 2000’ler sonrasında faizlerdeki gerilemenin de etkisiyle iç tasarrufların oranı gerilemeye başladı. Bugün tasarrufların GSYH’ya oranı yüzde 14 dolayındadır. Buna karşılık yatırımlar gerilemedi. Aradaki açılan fark ise zorunlu olarak dış tasarrufların ithali yoluyla karşılandı. Dış dünyada likidite bolluğu yaşandığı sürece dış tasarruf ithali nispeten kolaydı. Artık herkes biliyor ki Fed, yavaş yavaş bu bolluğu azaltacak. Dolayısıyla bundan sonra yüksek oranlı büyümeyi yüksek cari açıkla sağlayıp bu açığı dış finansmanla karşılamak eskisi kadar kolay olmayacak. Bu durumda iki seçenek var önümüzde: Ya büyümeyi potansiyel düzeyi olan yüzde 5 düzeyine indireceğiz ya da cari açığın yapabildiğimiz kadarını iç tasarruflarımızla finanse edeceğiz. Bu yolda atılmış tek adım olan bireysel emeklilik sistemini geliştirmek çözüm için bir adım olsa da yeterli görünmüyor. Bu konularda yasal düzenlemelerden çok ekonomi politikası uygulamasını elden geçirmek gerekiyor.
Türkiye’nin yüz yıldan fazla emek, zaman ve sermaye harcadığı ama marka yaratamadığı tekstil sektöründe marka yaratabilmek için çaba göstermesi gerekiyor. Bunun için gereken neyse (teşvik, tanıtım, devlet desteği vb) yapılması gerekiyor.
İlk ağızda aklıma gelenler bunlar. Ama biraz daha ayrıntılı çalışılırsa bunlara eklenebilecek istihdamdan sosyal güvenliğe kadar uzanan birçok alan ve konuda yapılması gereken yapısal değişiklikleri sıralamak mümkün olacaktır diye düşünüyorum.