Avrupa ekonomisi giderek daha fazla ivme kaybetmeye devam ediyor. Gerek geçtiğimiz ay gerekse de geçtiğimiz hafta gerçekleşen ECB toplantısında Başkan Lagarde’ın vermiş olduğu mesajlar, tam da bu duruma işaret ediyor: Merkez bankası geçen ay, düşük büyüme ve artan jeopolitik gerginliklerin Euro Bölgesi ülkelerindeki egemen borç seviyelerine ilişkin endişeleri artırdığı uyarısında bulunmuştu. Perşembe günüyse eski Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi’nin rekabeti artırma vurgusu ve eski İtalya Başbakanı Enrico Letta’nın bölgenin tek pazarını güçlendirme önerilerini “somut ve iddialı yapısal politikalarla hızla takip etmenin hayati önem taşıdığını” söyledi.
Rusya Ukrayna Savaşı ve Çin rekabetinin oyunu bozduğu Avrupa’da bu defa da seçilmiş başkan Trump’ın ilave tarifeleri ile dış harcamaları (savunma, iklim ekonomisi başta olmak üzere) kısma yönündeki politikaları birlik ekonomisi için oldukça karamsar bir tablo oluşturuyor.
AB ekonomisi neden bu halde?
Avrupa Birliği’nin 2020 yılında İngiltere’nin ayrılması sonrası 27 üyesi bulunuyor. AB’nin para birimi euroyu kullanan AB üyesi olan ve olmayan ülkeler bulunmakta ancak 20 AB üyesi ülke Euro Bölgesi’ni oluşturuyor.
Avrupa Birliği, ülkelerin tek başlarına hareket etmeleri halinde başarabileceklerinden daha fazlasına ulaşmaları için kurulmuş ve çok farklı ekonomik yapılardan ülkelerin dahil olduğu bir bölge. Siyasi olarak ABD’ye rağmen bir varlık gösterip, gösteremediği tartışılmakla beraber; ekonomik olarak bir zamanlar önemli bir birlik olduğunu söyleyebilirim. Hatta ekonomik olarak önemi daha çok zayıf ülke ekonomilerine kaynak aktarımından geliyor denilebilir.
Kaynak aktarımında en önemli araç “ortak bütçe” olarak karşımıza çıkıyor:
Avrupa Komisyonu’nun 2023 verilerine göre AB bütçesine en fazla kaynak aktaran dört ülke sırasıyla; Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya iken birliğin orta ve doğu Avrupa ülkelerinin daha çok alıcı-maliyet yaratıcı olduğu görülmekte.
Almanya’nın sanayi üretiminde giderek kan kaybediliyor olması ve birliğin iki güçlü ülkesi Almanya ve Fransa’daki siyasi istikrarsızlık Avrupa ekonomisinin kötü gidişinde; bu pilav daha çok su kaldıracak izlenimi yaratmaktadır.
Bakan Fidan: Zaman, Türkiye’yi AB’ye almayanların aleyhine işledi
Tüm bu görünüm Dış İşleri Bakanı Fidan’ın Türkiye’nin AB üyeliği hakkındaki demeçlerini aklıma getiriyor…
“2007 yılında Fransa’da Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan, yaklaşan tehlikeleri görme basiretinden yoksun, günübirlik politikaların uygulayıcısı eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin vizyondan mahrum siyaseti, hem AB hem de Türkiye açısından 1987-1999 yılları arasında yaşanana benzer bir zaman kaybı döneminin kapısını açtı. AB, Türkiye’nin 1987 yılında tam üyelik için yaptığı başvuruyu da gerek Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi lehine bozduğu dengeleri muhafaza etmek, gerekse Varşova Paktı’nın dağılmasının sağladığı nüfuz alanını genişletme fırsatını değerlendirme uğruna görmezden gelmişti. O yıllarda Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin küresel jeopolitik rekabet sahnesinde tehdit addetmeyeceği zannıyla hareket edildi. Brüksel’deki karar vericilere göre, Türkiye’ye Birinci Soğuk Savaş sürecindekine benzer şekilde ihtiyaç duyulmasını gerektirecek bir ortam artık söz konusu değildi. Doğu Avrupa ülkelerinin birliğe katılmasıyla iş gücü sorunu çözüldü. SSCB’nin dağılmasıyla da güvenlik kaygıları son buldu. Bu eksik yaklaşım, ulus devlet üstü bir yapı olan AB’nin bir sonraki sıçramayı gerçekleştirmesinin önündeki engel haline geldi. Birliğin büyüme stratejisi, medeniyetler üstü bir yapı inşa etmek yerine, Rusya’nın etki alanındaki topraklar istikametinde genişleyecek ancak sadece Hristiyan ülkeleri bünyesine katacak doğrultuda şekillendirildi. Bu yaklaşımla, ABD eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbingniew Brzezinski’nin, 1995 yılında yayımlanan Kontrolden Çıkmış Dünya (Out of Control: Global Turmoil on the Eve of the 21st Century) kitabında ortaya koyduğu vizyonun gerçekleşmesi sorunsuz işleyebilirdi. Yani ABD, tek kutuplu bir dünya inşa etmek uğruna Irak ve Afganistan seferlerine çıkmak yerine kendi ülkesinde reformlara ağırlık verseydi ve ABD’nin küresel ekonomik refah alanında Japonya ve AB ile yarıştığı bir dünya mevzu bahis olsaydı, Sarkozy ve eski Almanya Başbakanı Angela Merkel’in tasarladığı Avrupa Birliği de yaşamını sorunsuz devam ettirebilirdi. Ancak tarihin akışının içerdiği paradoksal sürprizler, Türkiye’yi AB’ye almayanların aleyhine işledi.”
Bakanın sözleri yanlış bir jeopolitik okuma sonucu, Türkiye’nin AB üyeliğine konulan engellerin nasıl da birliğin günümüzde cebelleştiği ekonomik zorlukları beraberinde getirmiş olduğunu çok net bir biçimde özetliyor!
Türkiye, AB’ye avantaj sağlar
Küresel jeopolitikte artık köprünün altından çok fazla su aktı ve BRICS gibi oluşumlar Türkiye için küresel bir avantaj gibi duruyor olsa da AB’nin bir parçası oluşunun sadece Türkiye açısından değil, aynı zamanda birlik için de önemli bir avantaj olacağı sadece hükümet kanadı değil aynı zamanda çeşitli platformlarda fikir insanları tarafından da dillendirilmeye başladı. Stanford Üniversitesi Öğretim Üyesi Ali Yaycıoğlu’nun TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Ankara toplantısında Türkiye’nin çeşitli bloklara ilgi gösterdiği ve fakat AB’nin yaşadığı ağır sorunlara Türkiye’nin bir çözüm olabileceğini belirtmesi bu görüşümü desteklemektedir.
Özetle aşırı sağın yükseldiği ve siyasi istikrarsızlıklarla boğuşan AB’nin küresel ekonomideki dönüşümle beraber, kendine daha gerçekçi ve serbest bir ekonomik alan yaratabilmesindeki ön koşul Türkiye’nin üyeliğine bakışını değiştirmesinden geçmektedir diyebilirim.