2018 yılının ortalarındayken ABD verileri, ABD ekonomisinin krizden neredeyse çıktığını işaret ediyordu. Büyüme, potansiyel büyüme oranı olan yüzde 2,5’i yakalamış, işsizlik oranı, doğal işsizlik oranı olarak kabul edilen yüzde 4’ün altına inmiş ve enflasyon da ideal olarak kabul edilen yüzde 2 düzeyine gelmişti. Cari açık yüzde 3’ün altındaydı. Bütçe açığı bir miktar yüksek görünse de geçmişle karşılaştırıldığında o da makul bir düzeyde kabul ediliyordu. Bütün bu göstergeler ABD ekonomisinin krizden çıktığını ama bir süre daha dikkatli bir gözetim altında tutulmaya ihtiyacı olduğunu anlatıyordu.
Dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Euro Bölgesi ekonomisinin, ABD kadar rahat bir görünümde olmasa da belirli bir toparlanma içinde ilerlediği algısı vardı. Büyüme yüzde 1,5 – 2,0 arasına doğru ilerliyordu. Bu oran potansiyel büyümenin biraz altında kalsa da toparlanmaya işaret ettiği düşünülüyordu. İşsizlik oranı hala yüzde 8 gibi yüksek bir düzeyde olmakla birlikte bu oranı yukarı çeken ülkeler Yunanistan ve İspanya idi. Yunanistan’da kriz nedeniyle sorunları vardı, İspanya ise öteden beri işsizliğin yüksek olduğu bir ekonomiydi. Küresel kriz süresince iki kez deflasyon tehlikesi yaşamış olan Euro Bölgesinde enflasyonu ideal oran olarak kabul edilen yüzde 2 düzeyine getirmek bir türlü mümkün olamıyordu. Fiyatlar genel düzeyi yüzde 1,5 oranında adeta demir atmış görünüyordu. Euro bölgesinde bütçe açığı oldukça düşük düzeyde olduğu için sorun olmuyor, cari denge ise zaten fazla veriyordu.
Dünyanın en büyük ekonomilerinden olan Çin sorunluydu. Çin’in yıllardır çift hanede seyreden büyüme oranı yüzde 6’lara gerilemişti. Bunun temel nedeni son yıllarda ihracatta yaşanan hızlı gerilemeydi. Çin’de enflasyon ve işsizlik sorun oluşturmuyor, bütçe açığı biraz yüksek olsa da cari denge fazlasının etkisiyle o da sorun yaratmıyordu. Ne var ki tek başına büyüme oranının yarı yarıya düşmüş olması Çin ekonomisini sıkıntıya sokmaya yetiyordu. Büyümenin düşüşünün temelini oluşturan ihracat düşüşü, ABD ile aralarında ortaya çıkan ticaret savaşı nedeniyle daha da kritik bir noktaya doğru ilerlemeye başlamıştı.
Özetle söylemek gerekirse dünyanın en büyük üç ekonomisinden birincisi (ABD) küresel krizden çıkmaya çok yaklaşmış, ikincisi (Euro bölgesi) yolu yarılamış, üçüncüsü ise (Çin) girmediği krize yeni yeni girecek gibi bir görünüm sergilemeye başlamıştı. Bir başka deyişle önümüzdeki dönemde dünyayı en fazla etkileyecek gelişme Çin’de yaşanacak bir çöküş olabilirdi. Böyle bir çöküş, henüz toparlanma aşamasında olan Euro Bölgesini vurabilir o da ister istemez ABD’yi ciddi biçimde etkileyebilirdi.
Çin’den yayılan olumsuz havaya karşın 2018 ortalarında, hatta son çeyreğinde dünyada iyimser bir hava egemendi. ABD Merkez Bankası Fed, 2019 yılında 3 kez faiz artırmayı ve parasal sıkılaştırmaya açıkladığı programa sadık kalarak devam etmeyi planlıyordu. Hatta Avrupa Merkez Bankası da 2019’un son çeyreğinde parasal sıkılaştırma için adım atabileceği sinyalleri vermeye başlamıştı.
Derken 2019 yılına girilirken bu iyimser hava bozulmaya başladı. Özellikle ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşlarının yarattığı gelişmeler iyimser havanın bozulmasında etkili oldu. 2019 yılı başında Davos toplantılarında, toplantıyı düzenleyen Dünya Ekonomik Forumu dünyanın önde gelen 800 şirketinin CEO’suna 2019 yılındaki en büyük tehlikenin ne olduğunu sordu. Yanıtlar bu tehlikenin resesyon olduğunu ortaya koyunca, o zamana kadar adeta tezgâh altında kalmış olan görüş bir anda tezgâh üstüne çıkmış oldu.
Bu gelişmelerin ardından Fed, 2019’da faiz artışı yapmayacağı, parasal sıkılaştırmaya da yılsonuna doğru son vereceği yolunda görüşler açıklamaya başladı. Benzer biçimde Avrupa Merkez Bankası da parasal sıkılaştırmaya geçmek bir yana parasal gevşemeye bir süre daha devam edip etmeme konusunu gündeme aldığını açıkladı.
IMF, Dünyanın Ekonomik Görünümü Raporu’na Büyümede Yavaşlama, İstikrarsız Toparlanma adını verdi. Bu başlık bile kafaların ne kadar karışık olduğunu göstermeye yeterli: İstikrarsızlıkla toparlanma bir arada. IMF, raporunda dünyanın ekonomik büyümesine ilişkin tahminlerini aşağıya doğru revize etmiş bulunuyor. Bununla birlikte bu revizyon bir resesyondan çok bir büyüme düşüşünü gösteriyor.
Bugün itibarıyla dünyanın bir resesyona mı gittiği yoksa bir yavaşlamaya mı gittiği henüz net olarak görünmüyor. Resesyonu işaret eden bazı göstergeler var. Mesela dünyadaki kuru yük taşımacılığında arz ve talep dengesini ve dolayısıyla dünya ticaretindeki gidişatı gösteren Baltık Kuru yük endeksindeki düşüş Ocak ve Şubat aylarında resesyona gidiş işareti gibi algılandı.
Sonrasında ve özellikle Nisan ayının ikinci yarısından itibaren yaşanan toparlanma resesyon kaygısını biraz giderdi.
Benzer bir görünüm Brent petrolde de ortaya çıktı. 2019 başlarında varili 50 dolara kadar düştüğünde bu gelişme resesyonun bir diğer göstergesi olarak ele alındı. Çünkü petrol fiyatının düşmesi tüketimin düşmesi, tüketimin düşmesi ise büyümenin gerilemesini işaret ediyor.
Oysa grafikten de izlenebileceği gibi Brent petrol fiyatı bu dramatik düşüşün sonrasında yükselişe geçti ve 75 USD/Varile kadar yükseldi. Bugün 71 USD/Varil’in biraz üzerinde bulunan fiyatlar resesyon oluşmayacağının bir göstergesi olarak algılanıyor.
Bugün eldeki ekonomik veriler, Fed’in ve Avrupa Merkez Bankası’nın likiditeye yaklaşımları dikkate alındığında 2019 yılında dünyada bir ekonomik yavaşlama olsa da bunun bir resesyona dönüşmeyeceği tahmin ediliyor.
Burada bugün itibariyle en kritik konu ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşının nasıl sonuçlanacağı meselesi. Bu savaşın nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın Çin’in ihracatına zarar vereceği artık kabul ediliyor. Buna karşılık belirsizliğin bitmesi Çin’in toparlanması açısından önemli bir dönüm noktası olabilir.