1990’lı yılların sonlarında, ‘Soğuk Savaş’ biteli 9-10 geride kalmış, ‘Tek Kutuplu’ bir dünyada öne çıkarılan ‘küreselleşme 2.0’ modeli ile, dünyanın 21. Yüzyıl’da daha iyi, daha kapsayıcı, daha ‘sürdürülebilir kalkınma’ya odaklı bir seviyeye hızla ilerlemesini sürdüreceği konuşulmaktaydı. Esasen, 2008 küresel finans krizine kadar da bu algıyı destekleyecek sakin bir hava söz konusuydu. ABD, Rusya ve Çin’in ekonomik, askeri ve siyasi alanda bir ‘güç merkezi’ne dönüşerek, ‘Çok Kutuplu’ bir dünyada, küresel sıklet merkezinin Atlantik’ten Asya-Pasifik’e kaydığının tartışıldığı bir ortamda, küresel ekonomi-politik sistemin kapsamlı bir yeniden yapılanmadan geçeceği, ‘yükselen’ gelişmekte olan ülkelerin ağırlığının artacağı yeni bir uluslararası ortam gerçeğine yönelik ‘gerçeklik’ yeterince idrak edilmemişken, bilhassa batılı ülkeler kendi ‘konfor alanları’nda huzurlu olmaktan mutluydu.
Bilhassa, Avrupa Birliği’nin (AB) önde gelen ülkeleri, yaşam standartları, siyasi ve askeri alanda yeni tehditler ve meydan okumalar, ciddi bir uluslararası mesele olarak yükselmekte olan ‘göçmen’ başlığı, kendi ‘konfor alanları’nda tüm bu meselelerden tecrit olduklarını düşündükleri, tecrit olmayı sürdüreceklerine samimi olarak inandıkları bir ‘naif’lik içerisinde yaşamlarını sürdürmekteydiler. Ta ki, 2008 küresel finans krizi, Avrupa Birliği Komisyonu’nun aşırı hantal yapısı ve aşırı yavaş karar alma süreci ve Avrupa Merkez Bankası da (ECB) aşırı ‘neoliberal’ görüşün pençesi altında ekonomik krizi daha da derinleştiren bir acziyet gösterene kadar. Tüm bu hatalar zinciri, Avrupa’nın KOBİ’leri, esnafı, orta ve ortanın altında gelir düzeyi olan kesimleri üzerinde ciddi bir tahribata ve Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz, İzlanda ve kısmen İrlanda’da ağır bankacılık ve finans krizleri yaşanana kadar.
Yazının devamı için TIKLAYINIZ!