Çin’in 2000 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) üye olması ve üretim hamleleri küresel ticaret dengelerini derinden sarstı. ABD başta olmak üzere birçok ülkenin sanayisi, Çin’in artan üretim gücü ve yükselen ihracat fazlasıyla tehdit altına girdi. Özellikle ABD, Çin’e karşı verdiği devasa ticaret açığını azaltmak için yıllardır farklı yollar deniyor. Ancak sonuç aldı mı diye soracak olursanız, beklentilerin oldukça gerisinde kaldığını söyleyebilirim.
Trump döneminde başlatılan korumacı tarifeler, ilk etapta güçlü bir çıkış gibi görünse de Çin’in üretimi başka ülkelere kaydırma stratejisiyle etkisini yitirdi. Vietnam, Tayland, Hindistan ve Meksika gibi ülkeler Çin’in “arka bahçesi” haline gelirken, ABD’nin dış ticaret açığı azalmadı, aksine daha da karmaşık bir hal aldı.
Biden yönetimi ise Trump’ı eleştirmesine rağmen, benzer kısıtlamaları sürdürdü. Özellikle teknoloji ürünlerinde Çin’e karşı sert tedbirler aldı, hatta AB’yi de “ulusal güvenlik” bahanesiyle yanına çekti. Ancak tüm bu girişimler, kendi içinde emlak krizi ve zayıf iç tüketimle boğuşan Çin’in dev üretim kapasitesini durdurmaya yine de yetmedi.
Ve şimdi Trump yeniden sahnede. Bu kez daha hırslı ve daha kararlı. ABD’nin dış ticaret açığına son vermek için adeta ant içmiş durumda. İkinci ve yasal olarak son başkanlık döneminde, ticaret savaşını kazanmak istiyor. Son açıklanan gümrük tarifeleriyle piyasaları yeniden sarsarken, misilleme yapmayan ülkelere 90 günlük bir süre tanıyarak yeni bir müzakere oyunu da kurdu. Çin’e uygulanan vergi oranını ise nihai olarak, %145’e çıkarmış durumda. Çin’in ABD’ye uyguladığı karşılık ise %125 oldu.
Ancak şu kritik soruyu sormak gerekiyor: Bu hamleler Çin’i gerçekten köşeye sıkıştırabilir mi?
Çin bugün, dünyanın toplam üretiminin üçte birini gerçekleştiren bir sanayi devi. ABD, Japonya, Almanya ve Güney Kore’nin toplam kapasitesinden fazlasına sahip süper ticari güç. ABD’ye 525 milyar dolar (361 milyar dolar fazla) AB’ye ise 516 milyar dolar düzeyinde ihracat yapıyor. Üstelik sattığı ürünler, cep telefonundan bilgisayara, telekom altyapısından ev elektroniğine kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Trump’ın önermesiyle bu ürünlerin ABD’de üretilmesi isteniyor ama bunun ne kadar zaman alacağı da ortada.
Üstelik Çin’in avantajı sadece üretim gücünde değil; aynı zamanda kritik hammaddelere erişiminde de belirgin. Dünya üzerindeki lityum iyon pillerin %75’ini üreten Çin, bu alanda açık ara lider. Bu ürünlerin yapımında ve dahi savunma sanayi gibi alanlarda kullanım yeri olan madenler ve nadir toprak elementleri bile önemli bir stratejiyle adeta Çin egemenliği altında denilebilir.
Hatta patent sayılarında da Çin’in üstünlüğü göze çarpıyor. Yarı iletkenlerde Nvidia gibi ABD devleri öne çıksa da, Çin daha düşük maliyetli üretim teknikleriyle rekabeti sürdürüyor.
En çarpıcı gerçekler:
- Kobalt, nikel ve lityum gibi kritik madenlerin büyük bir kısmı Çinli şirketlerin elinde.
- Kongo’daki kobalt madenlerinden, Endonezya’daki nikel sahalarına kadar uzanan bir hakimiyet söz konusu.
- Çin, Arjantin, Kanada, Avustralya ve Zimbabve’deki lityum projelerine de sahip.
- Ayrıca, dünya nadir toprak elementlerinin %36’sı Çin’de bulunurken, ABD’nin payı sadece %1,2 civarında.
Bu tablo, Trump’ın “ABD’yi yeniden üretim üssü yapma” idealini destekler gibi görünse de, stratejik ham maddelerdeki bu dengesizlik ABD’nin elini zayıflatıyor. Çünkü tedarik zincirlerini kurmak, yeni üretim bantları oluşturmak, rafineriler ve AR-GE merkezleri açmak onlarca yıl sürecek bir süreç.
Dahası, Trump’ın tarifelerle piyasaları sürekli baskı altında tutması, sadece ABD’yi değil tüm küresel ekonomiyi tehdit ediyor. Eğer 90 gün sonunda ertelenen vergiler devreye girer ve Çin menşeli girdiler kullanan ürünlere ek tedbirler getirilirse, bu savaşın faturası yalnızca ABD ve Çin’e değil, tüm dünyaya çıkar.
O zaman karşımıza şu tehlike çıkar: Küresel düzeyde yüksek enflasyon ve derin bir durgunluk.
Sonuç olarak… .
Trump, ABD’yi üretimde yeniden lider yapmak istiyor. Çin ise zaten üretimin lideri. İki güç arasındaki bu gerilim sadece bir ticaret savaşı değil; teknoloji, strateji, kaynak ve zaman savaşıdır. Ve bu savaşta kazanan ya da kaybedenden çok, ağır bedel ödeyen bir dünya karşımızda olabilir.