Mahfi Eğilmez – 26.03.2016
22 Mart 1968 günü Paris’te Nanterre Üniversitesinde Daniel Cohn Bendit (kızıl Danny) önderliğinde bir grup öğrenci ABD’nin Vietnam savaşını protesto ederek ve eğitimde reform yapılmasını isteyerek 68 olaylarını başlattı. O günü izleyerek bütün dünyada üniversite işgalleri, eğitim boykotları hızla yayıldı. Bu olaylara 68 olayları, bu olaylar sırasında üniversitede bulunan ve devrimciler adı verilen kanatta yer alan öğrencilere de 68 kuşağı adı verildi. Sonradan bizim gibi ülkelerde devrimci olmayan, o yıllarda üniversitede okuyan muhafazakâr kanattakiler de kendilerini 68 kuşağıyla birlikte anmaya başladılar.
1968 yılının Ekim ayında üniversiteye başlamıştım. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) o zaman 68 olaylarının en önünde yer alan okullardan birisiydi. Okulun açılacağı gün Cebeci’deki kampüse geldiğimde okulun önünde toplanmış çok sayıda öğrenci vardı. Kimseyi binalardan içeri sokmuyorlardı. Bazı öğrenciler bir başka öğrenciyi büyük amfinin olduğu binanın çatısından sarkıtmışlardı. Sarkmış olan öğrenci duvara kırmızı boyayla “Ya İstiklal Ya Ölüm” yazıyordu. O zaman heyecanlı bir dönem geçireceğimi anlamıştım. Daha okula başlamadan boykot başlamıştı.
Dönem, bütün dünyada bir başkaldırı dönemiydi. Devrimciler kimdi, Che Guevara ne diyor ne anlatıyor, ne istiyordu, Amerika ile Rusya arasındaki uzay yarışı bu ortamı nasıl etkiliyordu? Mesela eşitsizliği, savaşı, kısıtlayıcılığı protesto edenler arasında Joan Baez vardı. Elinde gitarıyla protest şarkılar söylüyordu. O dönemde her alanda yaşayan efsaneler vardı. Çoğu da efsane olmak için çok genç yaştaydı. Bunları uzun uzun yazarım yazmasına ama buralara sığmaz. Belki şu kadarını söyleyebilirim: Çoğu genç insanın kafasında daha iyi, daha eşitlikçi, daha özgür, daha barış dolu bir yaşama ulaşmak, kapitalizmin yıkıcı kâr ve büyüme güdüsünü dizginlemek, gelir dağılımını daha eşitlikçi kılabilmek için düzeni değiştirme düşüncesi vardı.
Benim yetiştiğim ortam buydu. O zaman Marx’ın Lenin’in kitaplarını okumamak ayıp sayıldığı için bir yandan ders çalışır bir yandan da onların kitaplarını okumaya çalışırdım. Kapital’i bitirdiğimde önümde başka bir dünyanın açıldığını düşünmüştüm. Marx’ın ne kadar önemli bir adam, yazdıklarının da ne kadar önemli şeyler olduğunu daha 20’li yaşlarda fark etmiştim. Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabını da o sıralarda okudum. Kafamda evirip çevirdiğim birçok konu aydınlanıyordu. O sıralarda Darwin’in görüşlerinin Marx’ın felsefesi üzerinde ne kadar etkili olduğunu anlamaya başlamıştım. Freud’un Totem ve Tabu kitabını yine o sıralarda okudum. Bu üçlünün görüşlerinin düşünce yapımın oluşmasında çok etkili olduğunu söyleyebilirim. Varoluşçuları daha önceden okumuştum ama tekrar okumaya başladım. Sartre’ı, Camus’yü bir daha okudum. Bir yandan derslere çalışıp bir yandan da felsefe, psikoloji, tarih çalışır olmuştum. Sonradan geliştirdiğim bir düşüncenin ilk tohumları o zamanlar henüz bu netlikte ifade edememiş olsam da canlanmaya başlamıştı: ‘20’nci yüzyılı anlamak için Marx’ı, Darwin’i ve Freud’u okumak gerek.’ Hayatı boyunca Darwin’i ‘insanın maymundan geldiğini söyleyen birisi sanan’ ya da ‘Das Capital’i yazdığı için Marx’ı kapitalizmin kurucusu sanan’ on binlerce insanın yaşadığı bir coğrafyada bunlarla uğraşmak zordu doğrusu. Ama ne çare ki ben kolay işleri hiçbir zaman sevmemiştim zaten.
Bizde 1960 darbesi aslında bir askeri darbe olmasına karşılık başka darbelerden farklı bir gelişmenin tohumlarını atmıştı. 1961 Anayasası, şimdiye kadar Türkiye’de yapılmış en ilerici en demokratik Anayasaydı. Bizde de 68 kuşağı çok etkiliydi. 61 Anayasası’nın getirdiği özgürlük havası genç kuşağın o zamana kadar yaşamadığı bir ortam yaratmıştı. Daha fazla özgürlük, daha fazla barış istemiyle başkaldırdı gençlik. Ne var ki bizdeki yöneticiler bu başkaldırıya hiçbir zaman hoşgörüyle yaklaşmadılar. Bu başkaldırı, ‘devlete karşı isyan’ olarak tanımlandı ve askeri darbeyle durduruldu. Askerlerin 1961 Anayasasıyla getirdiği özgürlük havasını 1971 Anayasa değişiklikleriyle yine askerler kaldırdı.
Sonu çok kötü bitmiş bir başkaldırı olarak tarihe geçti bizde 68 kuşağının öyküsü. İşkenceler, cezalar, yargılanmalarla geçti koskoca dönem. Ve idamlarla noktalandı. Türkiye, ne yazık ki bu kuşağın başkaldırısının eşitlik, özgürlük, barış amaçlı olduğunu anlamamakta ısrarla direndi. Bugün, aynı gereksinimler hala artarak devam ediyorsa o günlerin anlayışsızlığının bunda katkısı çok fazladır.
Çoğu insanın Marksist olmasında etkili olan Sovyetler Birliği, benim Marksist olmamamda etkili oldu. Sonradan görme zenginler gibi herkesi ve her şeyi parayla satın alabileceğini düşünen yöneticilerin başında olduğu Amerika’ya sempatim yoktu. O nedenle uzay yarışında ya da aralarında oynanan basketbol maçlarında içten içe Rusya’yı desteklerdim. Ama bu Amerika’nın tavrını sevmediğim içindi. Yoksa Rusya sistemi de benim düşüncelerime tam olarak uymuyordu. Bir kere koskoca bir presidyum olsa da tek adam egemenliği açıkça belli oluyordu. Aşağı yukarı o tarihlerde izlediğim Dr.Jivago filminin (1965 yapımıdır) yazarı Boris Pasternak’ın 1958 yılında kazandığı Nobel Edebiyat ödülünü almaya hükümet tarafından gönderilmemiş olması çok tuhafıma gitmişti mesela. Sovyet rejimi, Bolşevik devrimini eleştirdiği Dr. Jivago adlı eseriyle bu ödülü kazandığı için ödülü almasını uygun görmemişti. Bir adam ödül kazanıyor ve o ödülü alıp almamasına kendisi değil, başkaları karar veriyor. Bu, benim mantığımın kabul edebileceği bir şey değildi. Sonra o dönemlerde Sovyetler Birliği’nden batıya iltica eden sanatçılar sık sık gündeme gelirdi. Bunların en tanınmışlarından birisi balet Rudolf Nureyev idi. Bu ilticalar da kafamı karıştırırdı. Eğer bu sistem iyiyse niçin kaçıyordu bu insanlar? Buna da yanıt bulamıyordum.
Sanırım bu nedenlerle yaşama ve sosyal olaylara evrimci – materyalist bir bakış açım olmasına ve Marksizmin çoğu görüş ve eleştirilerini haklı bulmama karşın Marksist olmadım. İngiltere, Fransa gibi Avrupalı bir ülke sosyalist olsaydı ben de Marksist olabilirdim. Çünkü onlar sistemi çok daha demokratik bir altyapıya oturturlar, tek adam yönetimine izin vermezlerdi muhtemelen.
Bütün bunlara karşın çok açık söyleyeyim Sovyet sistemi yıkılıp da sosyalizm iyiden iyiye gerileyince içim cız etti. Bu görgüsüz, sonradan olma zengin tavırlı Amerika’nın dünyada tek süper güç olarak kalmasının iyi sonuçlar vermeyeceğini düşündüm o zaman. Her geçen gün o düşüncemin ne kadar doğru olduğunu görüyorum.
68 kuşağının başkaldırısı ne yazık ki yalnızca Avrupa’da sınırlı sonuçlar verdi. Eşitlik, barış, özgürlük, gelir dağılımını düzeltme idealleri dünya çapında açık sonuçlara ulaşamadı. Amerika mesela, bu başkaldırıyı görmezden geldi. 1960’larda Vietnam’da savaşan ve her şeyi yüzüne gözüne bulaştıran ve aslında 68 başkaldırısının belki de temel nedeni olan Amerika, aynı tavrını dünyanın her yerinde inatla sürdürdü. Son olarak petrol çıkarlarının peşinde saçma sapan bir Büyük Ortadoğu Projesi eşliğinde buralara şekil vermeye kalktı, her geçen gün daha da karışan bir bölge yarattı.
Bugünün küreselleşmiş dünyası 68’lerin dünyasından bile daha az eşitlikçi, daha az özgür, daha az barışçı bir dünya. Üstelik tek tük çabaları bir kenara bırakırsak, dünyanın hiçbir yerinde daha eşitlikçi, daha barışçı, daha özgürlükçü bir dünya için 68 kuşağının ateşlediği kıvılcımı ateşlemeye mecali olan bir kuşak görünmüyor.