Mahfi Eğilmez – 17.01.2018
Adam Smith ile başlayan, yirminci yüzyılın başlarına kadar gelen ve kendilerine klasik iktisatçılar denilen iktisatçı kuşakları, devletin piyasalara karışmaması durumunda dengenin kendiliğinden oluşacağını, zaman içinde bozulsa bile yeniden kendiliğinden kurulacağını savunurlardı.
Derken 1929 Büyük Depresyonu çıktı ortaya. Ekonomiyi yönetenler, siyasete yön verenler uzunca bir süre görünmez elin gelip ekonomideki dengesizliği düzeltmesini beklediler. Ne gelen oldu ne giden. Bir süre sonra hükümetler boş durmakla bir şey olmayacağını fark edince John Maynard Keynes tarafından önerilen politika araçlarını kullanarak ekonomiye müdahale ettiler. Kamu harcamalarını artırdılar, vergileri düşürdüler ve insanların eline daha çok para geçmesini sağladılar. Böylece harcamalar arttı, talep yükseldi, talep artışı üretimi uyardı ve üretim arttı. Üretim artışı yeni yatırımları uyardı, yatırımlar arttı. Sonuçta ekonomiler canlandı ve yaşanan depresyon ortamından çıkılması sağlandı. Kapitalist sistemi Büyük Depresyonda batmaktan Keynesyen ekonomi yaklaşımı kurtardı.
Aradan 20 – 30 yıl geçince yeniden eski yaklaşımlar ortaya çıktı. Klasik ekonominin devlet müdahalesini dışlayan yaklaşımı bu kez monetarizm, yeni klasik iktisat, arz yönlü ekonomi gibi çeşitli adlar altında piyasaya çıktı ve Keynesyen yaklaşım unutulmaya terk edildi. Kurallar kaldırılıyor, devlet küçültülüyor, özelleştirmeler hızla sürüyor, denetim terk ediliyor, oluşan balonlara aldırış edilmiyordu. Ekonomiler, sürekli daha hızlı büyüyor, merkez bankaları da dahil olmak üzere, kimse bu büyüyü bozacak adım atmaya yanaşmıyordu.
2008 Küresel Krizi her şeyi alt üst etti. Önce ABD, ardından Avrupa, sonra da neredeyse bütün dünya krizden etkilendi. Japonya zaten kriz içindeydi, bir darbe de küresel krizle yemiş oldu. Ekonomiler bir kez daha krizle karşılaşmış ve devlet müdahalesine muhtaç kalmışlardı. Çünkü bu kez de sistem kendiliğinden dengeye gelememişti.
Çaresiz yeniden Keynesyen ekonomi politikası imdada çağırıldı ve bu kez modifiye edilmiş bir uygulama ile devreye sokuldu. Maliye politikasının yerini para politikası almıştı. ABD merkez bankası FED ve diğer büyük merkez bankaları, piyasadan tahvil alıp karşılığında para vermeye başladılar. Böylece piyasada parasal bolluk yaratarak harcamaları teşvik etmeye yöneldiler. Politika farklıydı ama sonuç aynıydı. Piyasada bollaşan para, talebi artıracak, talep artışı üretim artışını (arzı) uyaracak, üretim artışı yeni yatırımların devreye girmesine yol açacak ve böylece ekonomi yeniden büyüme rayına oturmuş olacaktı. Bu yaklaşım gerçekten de sonuç verdi. ABD ile başlayan toparlanma İngiltere’ye oradan Avrupa’ya ve hatta Japonya’ya kadar yayıldı. Bugün dünya artık küresel krizden çıkmaya hazırlanıyor.
Türkiye, küresel krizden 2009 yılındaki eksi 4,7 oranındaki büyüme (yani küçülme) dışında GSYH büyümesi açısından fazlaca etkilenmedi. Cari açık, işsizlik, enflasyon gibi alanlarda sorunlar yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Ama bu sorunları yüksek büyüme ortalaması sayesinde geride tutmayı başardı. Ne var ki 2016 yılında ekonomi büyüme konusunda sıkıntıya girdi. Özellikle 2016 yılının üçüncü çeyreğinde büyümenin eksi 0,8 çıkması belirli bir panik havası yarattı. Ve ekonomi yönetimi 2017 yılı için genişletici maliye ve kredi politikası uygulamaya karar verdi. Kredi garanti fonu ile Hazine garantisi altında bankaların reel kesime çok daha kolay kredi vermesi sağlandı. Bazı sektörlerde vergi oranları geçici süreler için düşürüldü, bu yolla talep canlanması sağlandı. Sosyal güvenlik işveren primlerinin ödemeleri ertelendi, ayrıca istihdam artışı sağlayan kuruluşlara bunun karşılığında devlet desteği verildi ve bu yolla istihdam artışına ve büyümeye katkı yapıldı. Bu uygulamaların sonucunda büyüme yıllık bazda yüzde 7 dolayında bir düzeye yükseldi.
Türkiye’nin 2017 yılında uyguladığı bu politika, daralan ekonomiye Keynesyen maliye politikası aracılığıyla yapılmış bir devlet müdahalesiydi.
Bir zamanlar Keynesyen yaklaşımdan söz edince “siz Keynes’te kalmışsınız oysa köprünün altından çok sular aktı” diye eleştiri yapılıyordu. Keynesyen politikaların küresel krizden gelişmiş ekonomileri, 2016’da başlayan büyüme kaybından da Türkiye ekonomisini kurtardığına bakılırsa demek ki köprünün altından fazla da su akmamış.